ISSN 0304-596X | E-ISSN: 2148-7669
Acta Oncologica Turcica - Acta Oncol Tur.: 49 (3)
Volume: 49  Issue: 3 - 2016
ORIGINAL ARTICLE
1.The Accuracy of Memorial Sloan-Kettering Cancer Center Nomogram in Anatolian Breast Cancer Patients
Osman Erdoğan, Ulvi Murat Yüksel, Uğur Berberoğlu, Kaptan Gülben, Bülent Aksel, Osman Uyar, Müjdat Turan
doi: 10.5505/aot.2016.04127  Pages 151 - 157
GİRİŞ ve AMAÇ: Bir çok meme kanseri hastasında sentinel lenf nodundan başka metastatik lenf nodu olmadığı halde gereksiz yere aksiller diseksiyon uygulanmaktadır. Bu çalışmanın amacı Memorial Sloan-Kettering Cancer Center (MSKCC) nomogramının Anadolu’da yaşayan meme kanseri hastalarındaki doğruluğunu araştırmaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Sentinel lenf nodu (SLN) biyopsisi pozitif olduğu için aksiller lenf nodu diseksiyonu yapılan 120 meme kanserli hastanın hasta ve tümör özellikleri irdelendi. Bu hastaların her birisinin non-SLN tutulum riski MSKCC nomogramı kullanılarak hesaplandı.
BULGULAR: Negatif SLN sayısı, pozitif SLN sayısı, SLN ekstrakapsüler yayılımı, pozitif SLN sayısının toplam SLN sayısına oranı (pozitif SLN oranı), lenfovasküler invazyon varlığı, tumor çapı, human epidermal growth factor receptor-2 durumu tek değişkenli analizde non-SLN metastazı ile istatistiksel olarak ilişkili bulunan faktörlerdi. Çok değişkenli analizde ise tümör çapı ≥ 5cm (p<0.036) ve pozitif SLN oranı (p<0.005) non-SLN metastazı ile ilişkili bulunan parametrelerdi. Nomogramın sonucuna göre ROC eğrisi çizildi ve eğri altı alan 0,779 (p<0.001) olarak bulundu.
TARTIŞMA ve SONUÇ: SLN pozitif meme kanserli hastalarda non-SLN metastaz riskini belirlemede MSKCC nomogramı bizim hasta populasyonumuz için iyi bir ayıraç olmuştur.
INTRODUCTION: Many breast cancer patients undergo to unnecessary axillary dissection as additional nodal metastasis is not detected other than sentinel lymph node in most of the patients. This study is conducted to establish the accuracy of Memorial Sloan-Kettering Cancer Center (MSKCC) nomogram in Anatolian patients.
METHODS: One hundred and twenty sentinel lymph node (SLN) biopsy positive breast cancer patients who received completion axillary lymph node dissection were reviewed according to patient and tumour characteristics. The likelihood of having positive non-SLN metastasis based on the factors and the performance of the diagnostic value of MSKCC nomogram were evaluated.
RESULTS: The number of negative SLNs, the number of positive SLNs, SLN extracapsular extention, proportion of positive SLNs to total SLNs (positive SLN ratio), lymphovascular invasion, tumor size, human epidermal growth factor receptor-2 status were found statistically significant on non-SLN metastasis in univariate analysis. Tumor size ≥ 5cm (p<0.036) and positive SLN ratio (p<0.005) were found to be correlated with non-SLN metastasis in multivariate analysis. Receiver operating characteristic (ROC) curve was formed according to the nomogram and areas under curve (AUC) was found as 0,779 (p<0.001).
DISCUSSION AND CONCLUSION: The MSKCC nomogram was good discriminator of non-SLN metastasis in SLN positive breast cancer patients for our patient population.

2.Malignancy Rates in Bethesda Category AUS/FLUS: Single Center Experience
Nuray Can, Semra Aytürk, Ebru Taştekin, Yavuz Atakan Sezer, Mehmet Çelik, Fulya Öz Puyan, Ufuk Usta, Sibel Güldiken, Funda Üstün, Buket Yılmaz Bülbül, Tülin Deniz Yalta, Nurtaç Sarıkaş
doi: 10.5505/aot.2016.98704  Pages 158 - 163
GİRİŞ ve AMAÇ: Tiroid nodüllerinin prevelansı yüksek olmasına rağmen, bu nodüller için malignite oranları düşüktür. Bu nedenle, cerrahi yaklaşım gerektiren malign nodülleri, benign nodüllerden ayırmak çok önemlidir. Ultrasonografi, ultrasonografi eşliğinde ince iğne aspirasyonu ve ayrıca Tiroid Sitopatolojisi için Bethesda Raporlama Sistemi tiroid nodüllerinin değerlendirilmesinde fayda sağlamaktadır. Ancak, bu sistem ‘Önemi Belirsiz Atipi/ Önemi Belirsiz Foliküler Lezyon (ÖBA/ÖBFL)’ olarak adlandırılan problemli bir kategori içermektedir. Bu kategori için son zamanlarda bildirilen malignite yüzdeleri %5 ile %96,7 arasında değişmektedir. Bu çalışmada merkezimizde incelenen ilk ince iğne aspirasyon tanısı ÖBA/ÖBFL olan tiroid nodüllerindeki malignite oranlarının sunulması amaçlanmaktadır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Yedi yıl süresince, Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi Patoloji Anabilimdalı’nda (Edirne, Türkiye) incelenen hastaların tanıları (ince iğne aspirasyon ve tiroidektomi) geriye dönük olarak değerlendirildi.
BULGULAR: İnce iğne aspirasyon sitolojisinde ÖBA/ÖBFL tanısı alan 153 hastadan 68’inde (%44,4) histopatolojik tanı papiller tiroid karsinomu, 1’inde (%7) foliküler karsinom ve 1’inde (%7) de medüller karsinom idi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Tiroid Sitopatolojisi için Bethesda Raporlama Sistemi bazı tanı kategorilerinde standardizasyon sağlamışsa da, ÖBA/ÖBFL kategorisi hala subjektif sitolojik kriterleri barındırmakta ve farklı çalışmalarda oldukça değişken histolojik malignite oranları bildirilmektedir. Bu nedenle, immünositokimya ve özellikle moleküler testler gibi yardımcı yöntemlerin kullanılması tiroid nodüllerinin preoperatif tanısında faydalı olabilir.
INTRODUCTION: Although the prevelance of thyroid nodules is high, the rate of malignancy in these nodules is low. Thus, the distinction between the malignant nodules requiring surgical approach and the benign ones is very important. Ultrasound, ultrasound guided fine needle aspiration and also The Bethesda Reporting System for Thyroid Cytopathology are useful tools for interpretation of thyroid nodules. However, this system includes a problematic category titled as ‘Atypia of Undetermined Significance/ Follicular Lesion of Undetermined Significance (AUS/FLUS)’. The reported percentages of malignancy in these nodules range between 5-96,7%, recently. We aimed to present the rate of malignancy in thyroid nodules with initial fine needle aspiration diagnosis as AUS/FLUS.
METHODS: The final diagnosis (fine needle aspiration and thyroidectomy) of patients who presented at the Department of Pathology of the Trakya University Medical Faculty (Edirne, Turkey) were reviewed for seven years.
RESULTS: Histological diagnosis was papillary thyroid carcinoma in 68 (44,4%), follicular carcinoma in 1 (0.7%) and medullary carcinoma in 1 (0.7%) of the 153 patients with prior fine needle aspiration diagnosis as AUS/FLUS.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Although, The Bethesda Reporting System for Thyroid Cytopathology have provided standardisation in some of categories, the category of AUS/FLUS remains to be including subjective cytological criteria and subsequent malignancy rates are highly variable in different reports. So, ancillary tools such as immunocytochemistry and particularly molecular tests may be appropriate in preoperative diagnosis of thyroid nodules.

3.The Effects of Radical Nephrectomy and Nephron Sparing Surgery on Glomerular Filtration Rate for the Patients who Underwent Surgery for Localized Renal Mass
Ahmet Güdeloğlu, Bülent Akdoğan, Haluk Özen
doi: 10.5505/aot.2016.93063  Pages 164 - 169
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmada, radikal nefrektomi (RN) ile nefron koruyucu cerrahinin (NKC) uzun dönem böbrek fonksiyonları üzerine etkisini ortaya koymak amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Üroloji Anabilim Dalı’nda Ocak 1990 - Nisan 2011 tarihleri arasında renal kitle nedeniyle ameliyat edilen 1016 hastaya ait veriler, retrospektif olarak incelenmiştir. Tanı anında metastatik olduğu bilinen 78 olgu çalışma dışı tutulmuştur.
BULGULAR: Çalışmaya alınan olguların 579'u (%61,7) erkek ve 359'u (%38,3) kadındır. 624 olguya RN, 314 olguya NKC yapılmıştır. Hastaların ortalama takip süresi RN yapılan grupta 46.7 ay iken, NKC uygulanan grupta 39.9 aydır. Ortalama radyolojik tümör boyutu sırasıyla 75±33,5 mm ve 37,8±26 mm’dir (p<0.001). Ortalama ameliyat süresi RN ve NKC grupları için sırasıyla 137.6 ve 139.5 dakikadır. NKC uygulanan grupta ortalama sıcak iskemi süresi 18,9±6,8 (3-36) dakikadır. Uzun dönem takip sonunda RN yapılan gruptaki kreatinin değerindeki ortalama 0,51 mg/dl artış, NKC uygulanan gruptaki 0,39 mg/dl artıştan anlamlı şekilde daha fazladır (p<0.001). Uzun dönem takipte preoperatif GFR’ı ≥60 olan hastaların halen GFR değerinin ≥60 olarak devam etme oranları, RN ve NKC yapılan gruplarda sırasıyla %47.6 ve %74.8 olarak tespit edilmiştir (p<0.001).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmamızda GFR’de azalma oranının uzun dönemde RN yapılan hastalarda NKC yapılanlara göre daha fazla olduğu bulunmuştur. T1 renal tümörü olan birçok olguda RN ile bütün böbreği çıkarmak fazladan tedavidir. T1 renal tümörü olan hastalarda teknik olarak mümkün oldukça parsiyel nefrektomi tercih edilmelidir.
INTRODUCTION: The goal of this study was to demonstrate the long-term effects of radical nephrectomy (RN) and nephron sparing surgery (NSS) on kidney functions.
METHODS: The medical records of 1016 patients who underwent kidney surgery from January 1990 to April 2011 at Hacettepe University School of Medicine, Department of Urology were retrospectively collected and analyzed. Metastatic 78 patients at presentation were excluded.
RESULTS: Radical nephrectomy and nephron sparing surgery was performed in 624 and 314 cases, respectively. Male to female ratio was 579/314. The mean follow up was 46.7 and 39.9 months for RN and NSS, respectively. The mean radiological tumor size was 75±33,5 mm for RN and 37,8±26 mm for NSS (p<0.001). The mean duration of surgery for RN and NSS was 137 and 139 minutes, respectively. The mean warm ischemia time for NSS was 18.9 minutes. Serum creatinin level was increased 0.51mg/dl and 0.39mg/dl for RN and NSS after long-term follow up, respectively (p<0.001). Glomerular filtration rate (GFR) was ≥ 60 ml/min/m2 in 47.6% and 74.8% of RN and NSS patients in long-term follow up, respectively (p<0.001).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Decrease in GFR was more prominent in RN compared to NSS patients in long term. Therefore, removing the whole kidney for especially T1 renal tumours is over treatment in most cases. Partial nephrectomy should be preferred for all T1 renal tumours whenever technically feasible.

4.Clinical, Radiological and Surgical Pitfalls in Fibular Tumors
Hasan Göçer, Alper Çıraklı, Halil Atmaca, Nevzat Dabak
doi: 10.5505/aot.2016.50251  Pages 170 - 176
GİRİŞ ve AMAÇ: Fibula kaynaklı tümörler daha az sıklıkla görülmekle birlikte çoğunun lokal agresif ve malign olmasından dolayı önem arz etmektedir. Fibula kaynaklı tümör nedeniyle tedavi edilen hastalar incelenerek, tanı ve tedavideki tuzak noktalara dikkat çekilmesi amaçlandı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Mayıs 2007 ile Haziran 2015 tarihleri arasında fibula yerleşimli tümör nedeniyle tanı ve tedavi edilmiş 36 hasta retrospektif olarak incelendi. Hastaların yaşı, cinsiyeti ve lezyonların lokalizasyonu belirlendi. Tümörün radyolojik özellikleri, histolojik tipi, uygulanan rezeksiyon tipi ve komplikasyonlar incelendi.
BULGULAR: Hastaların 20’ si kadın, 16’ sı erkek olup yaş ortalaması 31.5 (6-74) yıl bulundu. Fibula 1/3 proksimal bölge 26, 1/3 orta bölge 6, 1/3 distal bölge 4 hastada tespit edildi. Histolojik olarak tümörlerin 23’ ü bening, 9’ u malign ve 4’ ü metastatik tümördü. Hastaların 19’una intralezyonel küretaj, 15’ ine geniş rezeksiyon ve 2’ sine amputasyon uygulandı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Fibula diz eklemi ve ayak bileği stabilitesine katkısı ve proksimalde nörovasküler yapılara yakın komşuluğu nedeniyle birtakım cerrahi zorluklar içermektedir. Radyolojik olarak tümörün sınırları ve ne kadar kemiğin feda edilebileceği iyi planlanmalıdır. İyi bir planlama ve dikkatli bir cerrahi tedavi ile tümörün komplikasyonsuz bir şekilde uzaklaştırılabileceği kanaatindeyiz.
INTRODUCTION: Although fibula based tumors are less common, they are important since a great number of them are local aggressive and malign. The purpose of this study is to evaluate the patients with fibula based tumors and to focus on pitfalls in diagnosis and treatment.
METHODS: 36 patients who had been diagnosed with and treated for tumor involving fibula between May 2007 and June 2015 were examined retrospectively. The patients’ ages, genders and localizations were specified. Tumor’s radiologic features and histological type, type of resection and complications were analyzed.
RESULTS: 20 of the patients were women, while 16 were men and the average age of the patients was 31.5 (6-74) years of age. Tumor was found in fibula 1/3 proximal zone of 26 patients, in fibula 1/3 middle zone of 6 patients and in fibula 1/3 distal zone of 4 patients. Histological, 23 were benign, 9 were malign and 4 were metastatic tumors. Intralesional curettage was performed on 19 patients, wide resection was performed on 15 patients and amputation was performed on 2.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Fibula involves some surgical difficulties because of its contribution to knee joint and ankle stability and its close adjacency to neurovascular structures in proximal. Radiologically, tumor borders and how much bone can be sacrificed should be planned well. With a good planning and a careful surgical treatment, tumor can be removed without complications.

5.Our Experience in Osteoid Osteoma Patients Treated with Computed Tomography Guided Percutaneous Radiofrequency Ablation
Namık Kemal Altınbaş, Cemil Yağcı, Kerem Başarır
doi: 10.5505/aot.2016.08108  Pages 177 - 184
GİRİŞ ve AMAÇ: Günümüzde osteoid osteoma olgularında bilgisayarlı tomografi (BT) rehberliğinde perkütan radyofrekans (RF) ablasyon tedavisi popular bir yöntem olarak uygulanmaktadır. Bu çalışmanın amacı işlemin komplikasyonlarını ve etkinliğini değerlendirmektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Ağustos 2012 ile Kasım 2015 tarihleri arasında işlem yapılan ardışık 35 hasta çalışmaya dâhil edildi. Hastalara BT ünitesinde, sedasyon anestezisi altında RF jeneratörüne bağlanan elektrot ile ablasyon uygulaması yapıldı. Arşiv görüntüler ve dosya kaydı retrospektif olarak incelendi. Lezyonların yerleşim yeri, nidus genişliği ve etkilenen bölge (kortikal, kortikal-intramedüller, medüller) not edildi. İşlem sonrası ağrının kaybolması başarı kriteri olarak kabul edildi. Hastalar rutin olarak işlem sonrası bir gün yatırılarak takip edildi.
BULGULAR: Çalışma dâhilinde 25 erkek, 10 kız hasta mevcuttu. Hastaların yaş ortalaması ve nidus ortalama çapı sırasıyla 16±5.59 ve 5.64±2.5 mm idi. Nidusların 24’ü kortikal, 7’si kortikal-intramedüller, 4’ü medüller bölgede idi. Lezyonlar femur (n=19), tibia (n=9), asetabulum (n=3), fibula (n=1), kalkaneus (n=1), skapula (n=1) ve iliak kemik (n=1) yerleşimli idi. İşlemi takiben bir hasta hariç tüm hastalarda ağrının kaybolduğu gözlendi. Bu hastaya 3 hafta sonra re-ablasyon yapıldı. Bir hastada işlem sonrası 1 saat süren peroneal nöropraksi, bir hastada 5-6 gün süren karıncalanma hissi gelişti. Bir hastada 15. ayda yeniden başlayan ağrı (rekürrens) saptandı ve RF ablasyon önerildi. Üç hastada işleme bağlı yanık (üçüncü derece) gelişti.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Osteoid osteomaya yönelik RF ablasyon uygulamalarının tedavi başarısı yüksektir. İşlem başarısızlığı ve rekürrens oranı düşüktür. Tedavi sonrası ağrıda dramatik düzelme, erken taburculuk ve gündelik yaşama kısa sürede dönüş beklenir. Uygun lokalizasyonlardaki lezyonlarda RF ablasyon cerrahi tedavinin önüne geçmiştir. İşleme bağlı komplikasyon oranı düşüktür. Ancak işlem sırasında gelişebilen yanık ciddi bir sorun teşkil etmektedir.
INTRODUCTION: Percutaneous radiofrequency (RF) ablation via computed tomography (CT) guidance has been currently performed in treatment of osteoid osteoma as a popular method. The purpose of this study was to evaluate the complications and efficacy of the procedure.
METHODS: A total of thirty-five consecutive patients from August 2012 to November 2015, were included in the study. The ablation procedure was performed under conscious sedation with a RF electrode in tomography unit. Archive images and file records were retrospectively evaluated. Lesions’ locations, nidus diameters, and affected areas (cortical, cortical-intramedullary, medullary) were noted. Relief of pain after the procedure was accepted as success criteria. The patients were routinely hospitalized a day after the procedure.
RESULTS: Twenty-five male and ten female patients were included. The mean age and nidus size were 16±5.59 and 5.64±2.5 mm, respectively. Niduses were located in cortical (n=24), cortical-intramedullary (n=7), and medullary (n=4) regions. Lesions were located in femur (n=19), tibia (n=9), acetabulum (n=3), fibula (n=1), calcaneus (n=1), scapula (n=1) and iliac bone (n=1). All of the patients except one achieved pain relief after the procedure. The patient, who had pain after ablation, had been re-ablated 3 weeks later. Two patients had peroneal neuropraxia lasting in an hour (n=1) and tingling sensation lasting in 5-6 days (n=1) after ablation. Recurrence was recorded in one patient 15 months after the procedure, and re-ablation was offered. Third degree burn associated with ablation procedure was observed in three patients.
DISCUSSION AND CONCLUSION: RF ablation technique in the treatment of osteoid osteoma has a high success rate. Procedure failure and recurrence rates are lower. Dramatic pain relief, early discharge and return to daily life in a short time are expected. RF ablation is the first-line therapy in appropriate lesion locations. Complication rate is low. However, burn complication, which can occur during the procedure, seems to be a serious problem.

6.Evaluating Depression, Anxiety, Sexuality and Quality of Life in Metastatic Lung Cancer Patients
Yelda Varol, Umut Varol, Mustafa Değirmenci, Gönül Pişkin, Nuri Aşık, Murat Akyol, Tarık Salman, Utku Oflazoğlu, Yüksel Küçükzeybek, Ahmet Alacacıoğlu, Mustafa Oktay Tarhan
doi: 10.5505/aot.2016.27122  Pages 185 - 191
GİRİŞ ve AMAÇ: Akciğer kanseri kısa yaşam beklentisi ve agresif tedavi seçenekleri nedeniyle hastaların hem yaşam kalitesini hem de psikoseksüel durumlarını etkilemektedir. Bu çalışmanın amacı akciğer kanseri hastalarında anksiyete, depresyon, cinsel doyum durumu ve yaşam kalitesinin değerlendirilmesidir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Birinci veya ikinci sıra kemoterapi alan metastatik akciğer kanseri hastalarıyla yüz yüze anketler yapılarak bilgiler toplanmıştır. Kullanılan anketler sosyodemografik karakteristikleri, Beck Depresyon Anketini (BDI), Golombok-Rust Cinsel Doyum Anketini (GRISS) and European Organization for Research on Treatment of Cancer Questionnaires-C30 Yaşam Kalitesi Anketini (EORTC-QoL-C30) içermektedir.
BULGULAR: Bu çalışma 44 hastanın anket verilerini içermektedir. Hastaların anksiyete ve depresyon durumu için toplam Beck skoru çok yüksek çıkmıştır (sırasıyla; 15.60 ± 12.30 ve 16.02 ± 11.39). Metastatik akciğer kanseri hastalarımızın GRISS skorları anksiyete ve depresyon durumlarına göre değerlendirildiğinde herhangi bir istatistiksel anlamlılık bulunamamıştır. Hastalarımızdan anksiyete ve depresyon skorları yüksek olanlarda EORTC-QLQ-C30’un fiziksel, bilişsel, duygusal ve sosyal fonksiyonları istatistiksel olarak anlamlı şekilde düşük bulunmuştur. Rol fonksiyonu açısından sadece yüksek anksiyete skorlu hastalarda istatistiksel anlamlılık saptanmıştır.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Metastatik akciğer kanserli hastalarda yüksek anksiyete ve depresyon durumu, azalmış cinsel doyum ve bozulmuş yaşam kalitesi izlenmiştir.
INTRODUCTION: Lung cancer (LC) affects psychosexual outcome and quality of life (QoL) of the patients because of short survival period and aggressive treatment modalities. The aim of our study was to investigate anxiety, depression, QoL and sexual satisfaction levels of LC patients.
METHODS: The data for metastatic LC patients treated with first or second-line chemotherapy were collected by using four forms completed during face-to-face interviews. The forms consist of socio-demographic characteristics, the Beck Depression Inventory (BDI), Golombok-Rust Inventory of Sexual Satisfaction (GRISS) and European Organization for Research on Treatment of Cancer Questionnaires Quality of Life-C30 (EORTC-QoL-C30).
RESULTS: Forty-four LC patients were participated in this study. The total Beck scores of patients for anxiety and depression were very high (15.60 ± 12.30 and 16.02 ± 11.39; respectively). When we evaluated GRISS scores of our metastatic LC patients with respect to their anxiety or depression levels, we could not find any statistical significance. In the metastatic LC patients whose anxiety and depression scores were high, physical, cognitive, emotional and social functioning of EORTC-QLQ-C30 was found statistically significantly low. Statistical significance in terms of role functioning was only found in the patients with high anxiety scores.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Metastatic LC patients had high anxiety and depression levels, decreased sexual satisfaction and impaired QoL.

7.Giant lipomas of the upper extremity
Hasan Göçer, Nevzat Dabak, Alper Çıraklı
doi: 10.5505/aot.2016.37450  Pages 192 - 196
GİRİŞ ve AMAÇ: Lipomlar en sık görülen yumuşak doku tümörleri olup özellikle omuz, sırt ve alt ekstremitede görülmektedir. Nadir görülmekle birlikte 5 cm’ in üzerinde olanlar ise dev lipom şeklinde tanımlanmaktadır. Yazımızda tanıda ve tedavide sıkıntılara yol açabilecek üst ekstremite yerleşimli dev lipom nedeniyle cerrahi tedavi edilen olgular literatür eşliğinde sunulmuştur.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Mart 2009 ile Aralık 2014 tarihleri arasında üst ekstremite yerleşimli dev lipom nedeniyle cerrahi total eksizyon uygulanmış ve son kontrolleri yapılan 17 olgu çalışmaya dahil edildi. Hastalar yaş, cinsiyet, lokalizasyon, cerrahi yaklaşım, histopatolojik özellik ve nüks açısından değerlendirildi. Veriler SPSS sistemine yüklendikten sonra normal dağılıma uyup uymadığı Shapiro-Wilk testi ile değerlendirildi.
BULGULAR: Olguların 7’si kadın, 10’u erkek ve ortalama yaşı 44 (8-81) idi. Lezyon olguların 4'ünde el, 4'ünde önkol, 3'ünde kol ve 6'sında omuz bölgesinde, sağ/sol yerleşimi ise 12/5 şeklinde idi. Olguların ortalama takip süresi 42 ay (9-84) idi. Takiplerinde el yerleşimli bir olgumuzda 22. ayda nüks geliştiği gözlendi ve kitleye cerrahi olarak re-eksizyon uygulandı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Sonuç: Lipomların kesin tedavisi cerrahi olarak total eksizyondur. Bunun için özellikle üst ekstremite yerleşimli lipomlarda tüm sınırlara ulaşmak ve komşu nörovasküler yapıları korumak için yeterince geniş insizyon kullanılmalıdır.
INTRODUCTION: Lipomas are the most frequently seen soft tissue tumors and are seen particularly in the shoulder, back and lower extremity. Although rarely seen, lipomas of >5 cm are known as giant lipomas. In this paper, cases treated surgically due to giant lipoma located in the upper extremity, which can lead to problems in diagnosis and treatment, are presented in the light of current literature.
METHODS: The study included 17 cases that underwent surgical total excision for giant lipoma located in the upper extremity and underwent final follow-up examination between March 2009 and December 2014. Patients were evaluated in point of age, gender, localization, surgical approach, histopathological characteristics and recurrence. Data were evaluated to confirm normal distribution using the Shapiro-Wilk test.
RESULTS: The patients were 7 females and 10 males with a mean age of 44 years (ranging from 8 to 81 years). The lesions were in the hand in 4 cases, in the arm in 3 cases and the shoulder region in 6 cases, with right/left location in 12/5 cases. The mean follow-up period was 42 months (ranging from 9 to 84 months). In one case, recurrence was seen at 22nd month and surgical re-excision of the mass was applied.
DISCUSSION AND CONCLUSION: The definitive treatment for lipomas is surgical total excision. To achieve this, particularly in lipomas located in the upper extremity, a sufficient wide incision must be used to reach all the nerves and protect the neurovascular structures.

8.Pulmonary Metastasectomy For 29 Patients With Colorectal Carcinoma: A Single Center Experience
Mehmet Serdar Cengizhan, İlhan Öztop, Tarık Salman, Aydın Şanlı, Olçun Ümit Ünal
doi: 10.5505/aot.2016.80299  Pages 197 - 205
GİRİŞ ve AMAÇ: Kolorektal kanserli hastaların yaklaşık olarak %50-60'ında senkron veya metakron uzak metastazlar izlenmektedir. Kolorektal kanserlerin hepatik ve pulmoner metastazlarının cerrahi rezeksiyonu hastalıksız sağkalım (DFS) ve genel sağkalımı (OS) anlamlı düzeyde uzatmakta ve böylece son yıllarda yaygın olarak uygulanmaktadır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu araştırmada, Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi'nde tedavi gören ve kolorektal kanserlere bağlı akciğer metastazları nedeniyle metastazektomi uygulanan 29 hasta değerlendirildi. Hastalara ait bilgiler retrospektif olarak elde edildi.
BULGULAR: Hastaların 24'ü (%82.8) izole akciğer metastazı, gerikalan 5’i (%17.2) ise hem akciğer hem karaciğer metastazına sahipti. Çalışmaya alınan hastaların tümüne akciğer metastazına yönelik rezeksiyon uygulanırken, 5 (%17.2) hastaya ise akciğer+karaciğer metastazektomisi uygulanmıştı. Tüm hasta grubunda ortanca OSx 57 ay (SD± 4 ay), 1, 3 ve 5 yıllık sağkalım oranları sırasıyla %96, %92 ve %49 olarak tespit edildi. Metastazektomi operasyonu sonrası izlenen lezyonu olmayan hastalarda ortanca DFS 31 ay (SD± 3 ay), 1, 3 ve 5 yıllık DFS oranları sırasıyla %86, %42 ve %1 olarak saptandı. Metastazektominin şekline göre OS değerlendirildiğinde wedge rezeksiyon yapılanlarda ortanca OS 58 ay (SD± 5 ay), lobektomi yapılanlarda ise 50 ay (SD± 2 ay) olarak bulundu. Rezeksiyon türüne göre OS değerlendirildiğinde R0 rezeksiyon yapılanlarda ortanca OS 66 ay (SD± 5 ay), R1 rezeksiyon yapılanlarda ise ortanca OS 47 (SD± 7 ay) ay olarak bulundu.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Sonuçlarımız kolorektal kanser akciğer metastazlarının cerrahi rezeksiyonunun, özellikle R0 rezeksiyonun OS süresinin uzamasına katkı sağladığını göstermektedir.
INTRODUCTION: Synchronous or metachoronous distant metastasis develops in approximately 50-60% of patients with colorectal cancer during the clinical course. Surgical resection of the hepatic and/or pulmonary metastasis of colorectal cancers significantly extends disease-free survival (DFS) and overall survival (OS) rates, and thus has been applied more broadly in recent years.
METHODS: In this study, 29 patients who were treated at the Dokuz Eylül University Medical Faculty Hospital and who had received a metastasectomy due to a lung metastasis related to colorectal cancer were evaluated. Information on the patients was obtained retrospectively.
RESULTS: Twenty-four (82.8%) patients had an isolated lung metastasis and 5 (17.2%) had both lung and liver metastasis. Resection was performed on all patients for lung metastasis, and a lung+liver metastasectomy was performed on 5 (17.2%). For the entire patient group, the median OS was 57 months (SD± 4 months), and 1, 3, and 5 year survival rates were 96%, 92% and 49%, respectively. In patients who received follow-up treatment after undergoing the metastasectomy operation and who did not have lesions, the median DFS was 31 months (SD± 3 months), and 1, 3, and 5 year DFS rates were 86.3%, 42% and 1%, respectively. In patients who received wedge resection treatment, the median OS was 58 months (SD± 5 months), and for the patients who received lobectomy treatment, the median OS was 50 months (SD± 2 months). In the evaluations made according to the resection type, median OS was 66 months (SD± 5 months) in patients who had R0 resection and 47 months (SD± 7 months) in patients who had R1 resection.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Our results show that surgical resection, particularly an R0 resection of lung metastasis in colorectal cancer patients contributes to extended patient OS time.

INVITED REVIEW
9.Current Advances in the Treatment of Basal Cell Carcinoma
Mert Çalış, Hakan Uzun
doi: 10.5505/aot.2016.69188  Pages 206 - 211
Bazal hücreli karsinom, derinin en sık görülen malign tümörü olup insidansı giderek artmaktadır. Predispozan faktörler arasında en önemlisi güneş ışınlarına maruz kalmaktır. Bununla birlikte genetik hastalıklar, organ nakilleri ve immünsupresyon da bazal hücreli karsinom gelişimini tetiklemektedir. Oldukça nadir metastaz yapmasına rağmen lokal agresif seyreder. Ana tedavi şekli cerrahi olup cerrahiye aday olmayan hastalarda radyoterapi, kriyoterapi, kemoterapi ve hedgehog yolak inhibitörleri kullanılabilir. Bu derlemede bazal hücreli karsinomun tedavisi konusunda güncel gelişmeler tartışılmıştır.
Basal cell carcinoma is the most commonly seen malignant tumor of the skin and its incidence is gradually increasing. Sun exposure is the single most important predisposing factor. In addition, genetic disorders, organ transplantations and immunesupression may trigger the development of basal cell carcinoma. Although it metastasizes rarely, its clinical course is local aggressive. The main treatment modality is surgery. In patients who are not candidates for surgery; radiotherapy, cryotherapy, chemotherapy and hedgehog pathway modulators can be used. In this review, current advances in the treatment of basal cell carcinoma is discussed.

CASE REPORT
10.Thyroiditis During Pegylated Interferon Therapy and HbsAg Seroconvertion after the Treatment
Sabahat Çeken, Gülşen İskender, Mustafa Cihat Oğan, Fazilet Duygu, Mustafa Ertek
doi: 10.5505/aot.2016.89421  Pages 212 - 215
Giriş: Kronik hepatit B tedavisinde pegile interferon grubu ilaçlar, HBs Ag kaybının oral antivirallerden daha sık gelişmesi, direnç olmaması ve tedavi süresinin sınırlı olması nedeniyle özellikle genç hastalarda tercih edilmektedir. Grip benzeri sendrom, asteni, nöropati, anksiyete, depresyon, hepatotoksisite, nötropeni, trombositopeni ve tiroid fonksiyon bozukluğu gibi yan etkiler tedaviye uyumu zorlaştırmaktadır. Bu yazıda pegile interferon alfa (Peg-IFNα) tedavisi sırasında tiroidit gelişen bir kronik hepatit B hastası sunuldu.
Olgu: Yirmidokuz yaşındaki kadın hasta, tedavi öncesi bakılan tiroid fonksiyon testleri normalken, tedavinin 4. ayında saç dökülmesi ve kilo kaybı şikayetleri ile başvurdu. Yapılan tetkiklerde HBV DNA düzeyi negatif, karaciğer fonksiyon testleri normal, tiroid stimülan hormon (TSH) düzeyi düşük ve serbest T3 ve T4 değerleri yüksekti. Hastaya yapılan ileri tetkiklerde Anti tiroid peroksidaz (TPO) antikoru, Anti tiroglobulin (TG) antikoru ve TSH reseptör antikoru pozitif bulundu. Tiroid USG ve radyoaktif iyot uptake testi troidit ile uyumlu idi. Hipertiroidi için tedavi verilmeyen hastanın Peg-IFNα tedavisine devam edildi. Tedavinin 8. ayında TSH yükselince subklinik hipotiroidi nedeniyle levotiroksin sodyum başlandı. PegIFN-α tedavisi 48 haftaya tamamlanan hastanın tedavi sonunda ve daha sonraki takiplerinde tiroid fonksiyonları normal devam etti. Takibin 4. yılında HBs Ag’nin negatifleştiği, anti HBs düzeyinin 250mU/mL olduğu görüldü.
Sonuç: Peg-IFNα tedavisi alan hastalar klinik ve laboratuar olarak tiroid fonksiyonları açısından takip edilmeli ve tiroidit gelişme ihtimali akılda tutulmalıdır. Yan etki yönetiminde bu tedavinin uygun sürede verilmesinin kronik hepatit B tedavisinde Hbs Ag serokonversiyonu ihtimalini arttıracağı unutulmamalıdır.
Introduction: Interferon alfa is preferred in treatment of hepatitis B, especially for young patients, because of the greater chance of HBs Ag loss, the absence of resistance and the finite duration of treatment. But its side effects like flu like symptoms, asthenia, neuropathy, anxiety, depression, hepatotoxicity, neutropenia, thrombositopenia and throid disfunction causes poor tolerance to treatment. We described a chronic hepatitis B patient who had thyroid dysfunction during Peg-IFNα therapy.
Case: A twenty-nine year old woman admitted to hospital with hair and weight loss on fourth month of Peg-IFNα therapy while her TSH level was normal at the beginning of the treatment. AST and ALT levels were within normal limits and HBV DNA was negative, TSH was low and T3 and T4 levels were high. Anti thyroid peroxidase antibody, anti thyroglobulin antibody and TSH receptor antibody were positive. Tiroid US and radioactive iodine uptake tests were compatible with troiditis. Peg-INFα was continued and the patient was not treated for hyperthyroidism. At the eight month of Peg-INFα therapy, levothyroxine was initiated for subclinical hypothyroidism. Hepatitis B treatment ended in the 48th week. Thyroid functions were normal at the end of HBV treatment and follow-up. At the fourth year of the therapy the patient had HBs Ag seroconvertion, with Anti HBs level of 250mU/mL.
Conclusion: The patients who have Peg-IFNα treatment should be evaluated for thyroid dysfunction and probability of thyroiditis should be kept in mind. As optimal treatment duration is important for achievement of Hbs Ag seroconvertion, appropriate management of side effects is essential in these patients.

11.Coexistence of Primary Myelodysplastic Syndrome and Multiple Myeloma
Sinem Namdaroğlu, Emre Tekgündüz, Sinem Bozdağ, Ali Hakan Kaya, Fevzi Altuntaş
doi: 10.5505/aot.2016.35220  Pages 216 - 219
Multipl miyelom (MM) ve myelodisplasik sendrom (MDS) birlikteliğine nadir rastlanmaktadır. MM tedavisinde kullanılan alkilleyici ajanların bir komplikasyonu olarak MDS gelişimi olabileceği bilinmektedir. Bu yazımızda öncesinde herhangi bir alkilleyici ajan tedavisi ve radyoterapi maruziyeti olmaksızın eşzamanlı MDS ve MM gelişen bir olgumuzu tartıştık. 63 yaşında kadın hasta, ateş ve halsizlik şikâyeti ile kliniğimize başvurdu. Laboratuvar incelemelerinde lökosit: 1.51x 109 / L, hemoglobin: 8 g/l, MCV 85.4 fl., trombosit: 71,000/mm3,total protein: 10.2 g/dl (normal değerler: 6-8,5), albumin: 4 g/dl (normal değerler: 3,5-5)saptandı. Periferik yaymada makrositer- normokrom eritrositler, anizopoikilositoz ve target hücreler izlendi. Hastanın yapılan serum immünfiksasyonunda IG G Lambda monoklonal protein saptandı. Kemik iliği aspirasyon ve biyopsisinde;% 70 atipik plazma hücre infiltrasyonu ve immünhistokimyasal incelemede bu plazma hücrelerinde IG G ve lambda ile pozitif boyanma saptandı.Kemik iliği aspirasyonunda her üç seriye ait öncül hücrelerde displastik değişiklikler ve 14% miyeloblast izlendi. Bu bulgularla hastamıza MM IG G Lambda ve MDS RAEB II tanısı koyduk. Hastaya VCD (Bortezomib, Siklofosfamid ve Deksametazon) kemoterapisi başlandı.
MDS ve MM gibi farklı hücrelerden köken aldığı bilinen hastalıkların birlikteliği literatürde de görüldüğü üzere nadir değildir ve pluripotent kök hücre kökenli olduğu fikrini desteklemektedir. Bu olguyu paylaşmamızın nedeni hem literatürün bu görüşünü desteklemek hem de yeni tanı multipl myelom hastalarında görülen sitopenilerde eşlik edebilecek diğer myeloid neoplazilerinde akla getirilmesine dikkat çekmektir.
Coexistence of multiple myeloma (MM) and myelodysplastic syndrome (MDS) are rare. It has been known that coexistence of MM and MDS may occur as a complication of treatment. Due to treatment with alkylating agents myelodysplastic syndrome (MDS) may occur in multiple myeloma patients. Here we report a case of coexistent MM and MDS in a patient without history of treatment with any cytotoxic drugs or radiation therapy.
A 63-years-old female was presented to our clinic with fever and weakness. Her blood counts were- WBC: 1.51x 109/l – HGB: 8g/dL– MCV 85.4 fl. - PLT: 71,000/mm3. Her serum total protein elevated at 10.2 g/dl albumin 4 g/dl. The peripheral blood smear showed macrocytic and normochromic cells, anisopoikilocytosis and target cells. Bone marrow biopsy specimen showed 70 % monoclonal growth of lambda-positive plasma cells infiltration and was tri-lineage cellular dysplastic features, which included multinucleated erythroblasts and dysplastic megakaryocytes with hypolobulated nucleus. 14 % myeloblasts were seen. Serum immunofixation studies showed a monoclonal IgG lambda. These findings were characteristic for Primary MDS RAEB II and MM. We started treatment for her multiple myeloma with VCD (bortezomib, cyclophosphamide and dexamethasone). Presence the coexistence of both diseases originating from different cell lines may not be rare as they known. There have been some reports of coexistence of MDS and myeloma; supporting the idea of pluripotent stem cell origin of the disease. We suggest that MM patients administrating with cytopenie should be evaluated for coexistent myeloid neoplasms.

12.Lymphadenopathy of A Newborn: Langerhans Cell Histiocytosis
Aysenur Bahadır, Erol Erduran
doi: 10.5505/aot.2016.04909  Pages 220 - 223
Langerhans hücreli histiositozis (LHH) etyolojisi tam bilinmeyen, myeloid dentritik hücrelerin nadir bir bozukluğudur. Lokalize kemik ve cilt lezyonları yapabileceği gibi multi organ yetmezliğine neden olabilecek kadar yaygın tutulum da yapabilir. Yenidoğan döneminde LHH’li hastalar sıklıkla cilt bulgusu ile tanı almaktadır. Hastaların ilk başvuru da lenfadenopati ile başvurması sık görülmemektedir.
Boyunda kitle? lenadenopati(LAP)? ön tanıları ile 35 günlük erkek hasta hastanemize başvurdu. Hastanın şikâyetleri 10 günlükken başlamıştı ve almış olduğu tedavilere rağmen boyundaki şişlik geçmemişti. Boyun ultrasonografisinde lenfadenit?, lenfoma? olarak değerlendirildi. Hastanın LAP’den alınan biyopsi sonucu LHH olarak raporlandı.
Bu yaş grubunda deri bulgusu eşlik etmeden, ilk başvuru şikâyeti LAP olup LHH tanısı koyulan literatürdeki nadir vakalardandır. Yenidoğan dönemindeki LAP’lerin çok iyi değerlendirilmesi, klinik ve ultrason görüntüsü ile LHH’un enfeksiyon ve malignite ile karışabileceği akılda tutulmalıdır.
Langerhans cell histiocytosis (LCH) is a rare disorder of myeloid dendritic cells with an unknown etiology. It may cause localized bone and skin lesions also may be so widespread that the involvement can lead to multiple organ failure. In the neonatal period, patients with LCH is often diagnosed by skin lesions. In the first application of the patient, lymphadenopathy is not an expected finding.
A 35 day old male patient was admitted to our hospital with a presumptive diagnosis of mass in the neck? lymphadenopathy (LAP). His complaints had begun when he was 10 days old and despite the taken treatment, swelling in the neck was ongoing. It was evaluated as lymphadenitis? lymphoma? with cervical ultrasonography. LCH was reported as a result of the biopsy taken from LAP.
In this age group without accompanying cutaneous manifestations, the first complaint as LAP in patients diagnosed with LCH is rare in the literature. During the neonatal period, a good evaluation of the LAP must be done and it should be kept in mind that clinical and ultrasound images of LCH may interfere with infection and malignancy.

13.Intracranial Mesenchymal Chondrosarcoma: A Case Report
Ayşe Gök Durnalı, Fisun Ardıç Yükrük, Nurten Kandemir, Saadet Tokluoğlu, Nuran Süngü, Ülkü Yalçıntaş Arslan, Kaan Helvacı, Necati Alkış
doi: 10.5505/aot.2016.26349  Pages 224 - 227
İntrakranial Kondrosarkomlar çok nadir görülen malign tümörlerdir, intrakranial tümörlerin sadece %15’ini oluştururlar. Bu tümörlerin tedavisinde, cerrahi rezeksiyon ve adjuvan radyoterapi temel yaklaşımlardır. Kemoterapinin rolü iyi tanımlanmamıştır. Biz burada intrakranial mezenkimal kondrosarkom tanılı 26 yaşında erkek hastayı sunduk.
Intracranial chondrosarcomas are very rare malignant tumors, account for only 0.15% of all intracranial tumors. Surgical resection and adjuvant radiotherapy are main approaches of treatment in the treatment of these tumors. The role of chemotherapy is not well defined. We presented a 26 year-old- man diagnosed with intracranial mesenchymal chondrosarcoma.

14.A Case of Bilateral Malignant Ovarian Brenner Tumor
Emine Zeynep Ucar, Alper Karalök, Işın Ureyen, Tolga Taşçı, Derman Basaran, Osman Türkmen, Mehmet Celik, Taner Turan, Gokhan Tulunay
doi: 10.5505/aot.2016.53825  Pages 228 - 231
Giriş: Brenner tümörü nadir olarak görülen bir yumurtalık kanseridir ve tüm kanserlerin %1’ni oluşturur. Bu tümörler genelde iyi huyludur ve Brenner tümörlerinin sadece %1’i kötü (malign) karakterdedir. Nadir olarak görülen bilateral malign brenner tümörlü bir olguyu sunacağız.
Olgu: 55 yaşında hasta son bir aydır olan karında şişlik ve ağrı şikâyeti ile başvurdu. Hastanın fizik muayenesinde pelvik kitle ve asit sıvısı mevcuttu. Ultrasonografik incelemede yumurtalıktan kaynaklanan kitlesi mevcuttu. Ameliyat öncesi serum CA-125: 64 IU/ml’idi. Laparotomi yapılan hastanın bilateral yumurtalık kitleleri mevcuttu, frozen section incelemesi malign olan hastaya geride tümör kalmayacak şekilde evreleme cerrahisi yapıldı. FIGO 2009 evrelemesine göre evre IIIC olarak kabul edilen hasta adjuvan 6 kür platin bazlı kemoterapi aldı. On üç ay sonra bilateral ve çok sayıda akciğer metastazı gelişen hasta kurtarma kemoterapisi aldı. Sonrasında çok defa kemoterapi rejimleri almasına rağmen hastalığın ilerlemesi nedeniyle tanıdan 53 ay sonra hastalığından dolayı eksitus oldu.
Tartışma: İyi huylu lezyonlar basit eksizyonla tedavi edilebilir. Çok nadir görülmesinden dolayı malign brenner tümörünün cerrahi sonrası adjuvan tedavisi konusunda fikir birliği yoktur. Buna benzer yumurtalık patolojilerini içeren çok merkezli çalışmalar, bu hastalık ile olan bilgimizi artıracaktır.
Background: Brenner tumor of ovary is a rare neoplasm which constitutes almost 1 percent of all ovarian tumors. These tumors are usually benign, with only 1% being malignant. Here, we report a very rare case of bilateral malignant Brenner tumor.
Case: A 55 year-old woman admitted to our center with complaints of abdominal distention and pain. Her physical examination was remarkable for pelvic mass and ascites. Sonographic examination showed a complicated pelvic mass of ovarian origin. Her preoperative serum CA-125 level was 64 IU/ml. An exploratory laparotomy revealed bilateral ovarian masses and frozen section of the ovarian tumors was reported to be malignant. There was no peritoneal disease and she underwent a standard staging procedure. Final pathology revealed FIGO 2009 stage IIIC bilateral malignant Brenner tumor of the ovary. Patient received 6 cycles of platinum based chemotherapy. After 13 months of diagnosis multiple metastatic lesions in lungs were found and she underwent salvage chemotherapy. She received multiple chemotherapy regimens however disease progressed gradually and she succumbed to disease 53 months after initial diagnosis.
Discussion: In the vast majority of ovarian Brenner tumors, surgical resection provides a cure for benign disease. Owing to its low incidence there is not established adjuvant treatment algorithm for malignant ovarian Brenner tumors. Multicenter trials of ovarian cancer should aim to include this rare pathology to increase our knowledge.

15.Bilateral breast cancer and stomach metastasis: A Case Report
Erdinç Nayır, Tolga Köşeci, Ali Arıcan
doi: 10.5505/aot.2016.74046  Pages 232 - 234
Meme kanseri kadınlarda en sık görülen kanserdir. Tüm meme kanserlerinin %0,5-3’ü bilateral olarak görülmektedir. Meme kanserli hastalar genellikle erken evrede tanı almaktadır, yalnız metastatik dönemde de karşımıza çıkabilmektedir. Metastaz alanları genellikle kemik, akciğer ve karaciğerdir. Gastrointestinal sistemde metastaz nadir görülmekle birlikte sıklıkla kolon, rektum, mide ve özefagusa metastaz yapmaktadır. Kliniğimizde bilateral meme kanseri tanısıyla takip ettiğimiz ve tanı esnasında mide metastazı saptadığımız olguyu sizlere sunmayı amaçladık.
Breast cancer is the most commonly seen cancer in women. 0.5-3% of the all breast cancer cases occur bilaterally. Breast cancer is generally diagnosed in early stages, but it can be recognised in metastatic period. Most commonly seen metastasis sites are bone, lung and liver. Although metastasis in gastrointestinal system is rare; it may be seen in colon, rectum, stomach and esophagus. We aimed to present a woman who has the diagnosis of bilateral breast cancer and stomach metastasis at diagnosis.

LETTER TO THE EDITOR
16.A Rare Cause of Acute Abdomen: Duodenal Perforation of Gastrointestinal Stromal Tumors
Yasemin Cihan, Talha Sarigöz, Tamer Ertan, Ömer Topuz, Yusuf Sevim
doi: 10.5505/aot.2016.03511  Pages 235 - 236
Abstract |Full Text PDF

ORIGINAL ARTICLE
17.Serum Tumor Marker Levels in Rheumatoid Arthritis
Selcuk Şeber, Dilek Solmaz, Tarkan Yetişyiğit
doi: 10.5505/aot.2016.26234  Pages 237 - 242
GİRİŞ ve AMAÇ: Romatoid Artrit (RA) eklemleri etkileyen ve görece sık rastlanılan inflamatuar bir hastalıktır. Bu çalışmada RA tanılı hastalarda serum tümör belirteçleri olan karsinoembriyonik antijeni (CEA),CA 125, CA 19.9 ve CA15.3 düzeylerinin belirlenmesi amaçlanmıştır
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bir üniversite hastanesinin romatoloji kliniğinde RA tanısı ile takip edilmekte olan toplam 148 hasta çalışma grubuna ve osteoartrit tanılı 36 hasta ise kontrol grubuna dâhil edilmiştir. Çalışmaya katılan bireylerden alınan kan örneklerinden romatoid faktör (RF), eritrosit sedimantasyon hızı (ESR), anti siklik sitrilünepeptid (anti CCP) ve serum tümör belirteçleri olan CEA,CA19.9,CA 125 ve CA 15.3 düzeyleri ölçülmüştür. Hastalık aktivite skoru çalışmaya dâhil edilme sırasında ilgili romatoloji uzmanı tarafından değerlendirilmiştir.
BULGULAR: Serum CEA,CA19.9,CA 125 ve CA15.3 düzeyleri RA tanılı hastalarda kontrollere göre anlamlı olarak daha yüksek saptanmıştır. Hem aktif hem de inaktif hasta grubunda tümör belirteç düzeyleri kontrol grubuna göre anlamlı olarak yüksek ölçülmüştür ancak tümör belirteçleri ile hastalık aktivite skoru arasında bir korelasyon saptanamamıştır. Tümör belirteçleri arasında yalnızca CEA ile RF arasında bir korelasyon saptanmıştır(r 0.165, p >0.049).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Serum tümör belirteçleri RA tanılı hastalarda sıklıkla yüksek seviyelerde saptanabilir. Hastaların takibinden sorumlu olan hekimlerin bu durumdan haberdar olmaları, bu hasta grubunda malignite varlığı araştırma amacı ile yapılabilecek olan gereksiz işlemlerin önüne geçilmesine yardımcı olacaktır.
INTRODUCTION: Rheumatoid arthritis (RA) is a relatively common inflammatory disease generally affecting the joints. This study aimed to assess the levels of various serum tumors markers; carcinoembryonic antigen (CEA), CA 125, CA 19.9 and CA15.3 in patients with a known diagnosis of RA.
METHODS: A total of 148 patients who were being followed in the rheumatology clinic of a tertiary academic center with a diagnosis of RA and 36 controls were included in the study group. Measurement of rheumatoid factor (RF), erythrocyte sedimentation rate (ESR), anti CCP and serum tumor markers including CEA, CA 19.9, CA 125, CA 15.3 were made from the blood samples obtained from the participants. Disease activity score at the time of study entry was also evaluated by the attending rheumatologist.
RESULTS: Serum levels of CEA, CA19.9, CA 125 and CA 15.3 were found to be significantly higher in RA patients compared to controls. This difference was statistically significant in both patient groups with active and inactive disease compared to the control group. However a correlation between tumor markers and disease activity score was not found. Among tumor markers only serum CEA levels were found to be associated with RF levels (r 0.165, p >0.049)
DISCUSSION AND CONCLUSION: Serum tumor markers are frequently elevated in patients with RA and caring physicians should be aware of this phenomenon to avoid the use of unnecessary evaluative procedures for searching presence of malignancy in these group of patients.

CASE REPORT
18.Diabetic Mastopathy and Breast Cancer in Type-2 Diabetes Mellitus Patient: A Case Report
Onur Can Güler, Melda Bulut, Cihangir Özaslan, Yavuz Selim Kahraman
doi: 10.5505/aot.2016.09719  Pages 243 - 246
Diyabetik mastopati; lenfositik lobulit, duktit ve stromal fibrozisli perivaskülit tablosuyla karakterize nadir görülen bir fibroinflamatuar meme hastalığıdır. Bu meme lezyonu uzun süreli tip 1 diyabet ve diğer otoimmün hastalıkları olanlarda, genellikle unilateral veya bilateral palpe edilebilir. Memede kitle ile başvuran ve kliniği malign olan diyabetik mastopatili hastayı raporluyoruz. Bu tip 2 diyabetli hastamız 74 yaşındadır. Mamografisi ve ultrasonografisi malignite şüphesi uyandırdığından bu hastaya tel yardımıyla eksizyonel biyopsi uygulandı. Biyopsi sonucu invaziv karsinom olarak raporlandı. Bu biyopsi sonucuyla yapılan operasyon sonrası patoloji raporunda ise yoğun keloid benzeri stromal fibrozisin eşlik ettiği lenfoid değişimlerin diyabetik mastopati ile uyumlu olduğu bildirildi.
Diabetic mastopathy is a rare inflammatory breast disease demonstrated with ductitis, lymphocytic lobulitis and perivasculitis with stromal fibrosis. This lesion often presents as a discretely palpable uni- or bilateral mass in traditional type I diabetes and other autoimmune diseases. We report a case of diabetic mastopathy, which presented clinically as an indeterminate breast lump suspicious for malignancy. The patient is a 74-year-old woman who had type 2 diabetes mellitus. Mammography and ultrasonography raised a suspicion of malignancy, and a wire-guided excisional biopsy was performed. The biopsy was reported as invasive carcinoma. Histopathological examination now showed dense keloid-like stromal fibrosis with lymphoid features consistent with diabetic mastopathy.

ORIGINAL ARTICLE
19.Management of Eyelid Defects after Tumor Excision
Rahmi Duman, Reşat Duman
doi: 10.5505/aot.2016.73745  Pages 247 - 250
GİRİŞ ve AMAÇ: Göz kapak tümörlerinin eksizyonu sonrası oluşan kapak defektlerinin rekonstrüksiyonunda uygulanan yöntemlerin değerlendirilmesi.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Kapak tümörü nedeniyle 2010-2016 yılları arasında, total eksizyonel biyopsi uygulanan hastaların kayıtları retrospektif olarak değerlendirildi. Hastaların yaşı, cinsiyeti, kapak tümörü eksizyonu sonrası oluşan defektin büyüklüğü, defekti kapatmak için kullanılan yöntem ve oluşan komplikasyonlar değerlendirildi.
BULGULAR: Çalışmaya 50 erkek 14 kadın hasta çalışmaya dâhil edildi. Hastaların yaş ortalaması 51,54 (5-84) idi. Ameliyat sonrası takipleri 35 ay (6-56 ay) olan hastaların büyük çoğunluğunda rekonstriksiyonda göz kapağının çevresindeki dokular kullanılarak primer olarak kapama metodu kullanıldığı saptandı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Küçük kapak tümörlerinin cerrahisi sonrası oluşan defektlerin kapatılmasında herhangi bir greftyada flep dokusuna ihtiyaç olmadan primer kapamanın yeterli olduğu gösterildi. Kapak tümörlerinde uygun cerrahi teknik ile uygun bir anatomik sonuç elde edilebilmektedir.
INTRODUCTION: Evaluation of the methods applied in there construction of eyelid defects following eyelid tumor excision.
METHODS: The medical records of patients who had undergone total excional biopsy between 2010-2016 were retrospectively reviewed. The age and sex, of the patients, the size of the defect after eyelid tumor excision, the method used to close the defect and the complications were evaluated.
RESULTS: Fifty male and fourteen female patients were included in the study. The mean age of the patients was 51.54 (5-84). In the majority of patients with post-operative follow-up of 35 months (6-56 months), it was found that the method of closure as a primary using tissues around the eyelid was used in reconstruction.
DISCUSSION AND CONCLUSION: It has been shown that primer closure without the need for any graft flap tissue is sufficient in the closure of defects after surgery of small eyelid tumors. An appropriate anatomical result can be obtained with appropriate surgical technique in the eyelid tumors.

CASE REPORT
20.Porphyria; A Rare Cause of Neurological Symptoms in Cancer Patient
Ali Alkan, Ebru Karcı, Betül Yavuz, Nalan Akıncı, Abdullah Akdağ, Arzu Yaşar, Güngör Utkan
doi: 10.5505/aot.2016.18209  Pages 251 - 254
Onkoloji pratiğinde nörolojik semptomlar genellikle direkt tümör etkisi veya paraneoplastik sendrom olarak karşımıza çıkmaktadır. Nörolojik semptomlara neden olan nadir hastalıkların tanısı özellikle metastatik kanser hastasında zordur. Burada kırmızı idrar ve nörolojik semptomlarla değerlendirilen bir metastatik akciğer kanseri olgusu sunulmuştur. Metastaz ve paraneoplastik patolojilerin ekartasyonu sonrasında bulgular porfiri tanısı ile ilişkilendirilmiştir. Tecrübemiz porfiri tanı ve tedavi hakkında klinik ipuçları verirken, onkoloji hastasında nörolojik semptomların ayırıcı tanısında tanısal yaklaşımın önemini vurgulamaktadır.
In cancer patient neurological symptoms are mostly due to direct tumor effect or paraneoplastic syndromes. The diagnosis of rare diseases causing neurological symptoms is challenging, especially in a metastatic cancer patient. Here we discussed a metastatic lung cancer patient who presented with red urine and neurological symptoms. After exclusion of metastasis and paraneoplastic pathologies, the findings were associated with the diagnosis of porphyria. While our experience is giving clinical clues about a rare pathology, it also reminds us the importance of work up in the face of neurological symptoms in oncology patients.

LookUs & Online Makale