ISSN 0304-596X | E-ISSN: 2148-7669
Acta Oncologica Turcica - Acta Oncol Tur.: 53 (1)
Volume: 53  Issue: 1 - 2020
ORIGINAL ARTICLE
1.Data Of Salivary Gland Adenoid Cystic And Muko-Epidermoid Carcınoma Patients
Fatih Demircioğlu, Beyhan Ceylaner Bıçakçı
doi: 10.5505/aot.2020.24008  Pages 1 - 4
GİRİŞ ve AMAÇ: Tükürük bezi tümörleri, baş-boyun kanserlerinin yaklaşık %3-5'ini oluşturan, farklı histolojik tiplere sahip heterojen bir kanser türüdür. Bu heterojenite ve görülme sıklıkları nedeni ile malign tükürük bezi tümörleri hakkında geniş serilerde araştırma makalesi bulunmamaktadır. Bu nedenle literatüre katkı sağlamak amacı ile Mukoepidermoid Karsinom (MEK) ve Adenoid Kistik Karsinom (AKK) tanılı hastalarımızın verileri çalışmada paylaşılmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Temmuz 2007- Aralık 2018 tarihleri arasında tükrük bezi MEK ve AKK tanıları ile takip ve tedavileri yapılan 37 hasta çalışmaya dahil edildi. Hastaların patolojik tanıları, tümör lokalizasyonları, uygulanan tedaviler, lokal nüks varlığı, uzak metastaz varlığı ve sağ kalım süreleri retrospektif olarak değerlendirilerek ortalama veriler incelendi.
BULGULAR: Çalışmaya dahil edilen hastaların 14'ü MEK, 23'ü AKK idi. Ortalama yaş 50,15'di. AKK'lı hastaların yaş ortalaması daha fazlaydı (52,77 - 45,84). Tüm hastaların 16'sı parotis, 8'i submandibuler, 13'ü ise sublingual ve minör tükürük bezleri yerleşimliydi. MEK'li %14,3, AKK'lı %13 hastada lokal nüks izlenirken, MEK'da %7,1, AKK'da %34,8 uzak metastaz saptandı. MEK'li hastalarda ortalama sağ kalım süresi 71,2 ay olarak hesaplanırken bu süre AKK'da 56,4 aydı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmamızda elde ettiğimiz veriler, genel olarak güncel literatür ile uyumlu bulunmuştur. Nadir görülen bu hastalık grubunda literatür verilerine katkı sağlandığı düşünülmektedir. Takip ve tedavi standardizasyonu amacı ile çok merkezli randomize klinik çalışmalara ihtiyaç vardır.
INTRODUCTION: Salivary gland tumors are a heterogeneous type of cancer with different histological types, accounting for approximately 3-5% of head and neck cancers. Due to this heterogeneity and its incidence, there are no research articles about malignant salivary gland tumors in large series. Therefore, in order to contribute to the literature, the data of our patients with Mucoepidermoid Carcinoma (MEC) and Adenoid Cystic Carcinoma (ACC) were shared in the study.
METHODS: Thirty-seven patients with salivary gland MEC and ACC between July 2007 and December 2018 were included in the study. Pathological diagnoses, tumor localizations, treatments, presence of local recurrence and distant metastasis and survival were evaluated retrospectively and mean data were analyzed.
RESULTS: Of the patients included in the study, 14 were MEC and 23 were ACC. The mean age was 50.15. The mean age of patients with ACC was higher (52.77 - 45.84). Tumor localization of all patients; 16 were parotid, 8 were submandibular, 13 were sublingual and minor salivary glands. Local recurrence was observed in 14.3% of MEC and 13% of ACC patients. Distant metastasis were seen in 7.1% of MEC and 34.8% of ACC patients. The mean survival time was 71.2 months in patients with MEC, and 56.4 months in ACC.
DISCUSSION AND CONCLUSION: The data we obtained in our study were generally consistent with the current literature. It is thought to contribute to the literature data in this rare group of diseases. Multicentre randomized clinical trials are needed for follow-up and treatment standardization.

2.Retrospective Evaluation of the Last 10 Years Development of Particle (Proton, Carbon) Radiotherapy Centers
Fatih Göksel
doi: 10.5505/aot.2020.57704  Pages 5 - 16
GİRİŞ ve AMAÇ: Parçacık tedavisinin dünyada yaygınlığı, gelişimi, kapasitesi ve gelecekteki durumu ile tedavi edilen hasta ve parçacık tedavi merkez sayılarının son 10 yıllık dönemde değişiminin değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Ayrıca çalışmamızda kanser tedavisinde en son teknoloji ve güncel yöntemler uygulanan ülkemizde şu anda bulunmayan parçacık radyoterapi sistemlerin kurulumu, planlanması ve ihtiyacın belirlenmesine katkı sağlanması da amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmada, dünya genelinde parçacık radyoterapi sistemlerini kullanan merkezlerin; kurulum tarihleri, tedavi oda sayıları, kurulum süreci, planlama aşaması ve tedavi edilen hasta sayılarına yönelik bilgilerine ulaşıldı. Bu merkezlerin 2010 – 2020 yılları arasındaki verileri merkez, tedavi oda sayısı ve tedavi edilen hasta sayıları ve yıl bazlı oranları retrospektif olarak değerlendirilmiştir.
BULGULAR: Dünyada parçacık tedavi sistemine sahip 2010 yılında 9 ülke varken 2020 yılında bu rakam 19 ülkeye çıkmıştır. İnşaatı devam eden parçacık radyoterapi merkezleri ile birlikte 25 ülkeye, karbon radyoterapi sisteminde 8 ülkeye çıkacağı görülmektedir.
Tedavi merkez sayıları yönünden baktığımızda 2010 yılında toplamda 31 merkez olup bunun; 26 tanesi proton, 3 tanesi karbon ve 2 tanesi proton+karbon iken 2020 yılında bu rakamlar toplamda 96 merkeze çıkmış olup bunun da 83 tanesi proton, 7 tanesi karbon ve 6 tanesi proton+ karbon tedavi merkezidir. Planlama aşamasındaki merkezleri de dikkate aldığımızda toplamda 161 merkeze çıkacaktır.
Parçacık radyoterapisi ile tedavi olan hasta sayıları 2010 yılında 76.266 iken 2018 yılında bu rakam 221.528'lere ulaşmıştır. Tedavi odası başı yıllık tedavi edilen yeni hasta sayıları protonda 86-197 yeni hasta/yıl aralığında olup karbon tedavisinde 28-211 yeni hasta/yıl aralığındadır.

TARTIŞMA ve SONUÇ: Özellikle sağlık sektöründeki gelişmeler sayesinde ülkemiz bölgemizin referans hastaneleri ve merkezleri konumuna gelmiştir. Dünyadaki durum ve ülkemizin içinde bulunduğu durum düşünüldüğünde bu özelliğimizinin devam edebilmesi için ülkemizin proton tedavisi yanı sıra karbon tedavisine de geçmesi gerektiği görülmektedir
INTRODUCTION: The aim of this study is to evaluate the extent, development, capacity and future status of the particle treatment in the world and the change in the number of patients and particle treatment centers treated in the last 10 years. In addition, in our study, it is aimed to contribute to the establishment, planning and determination of the need for particle radiotherapy systems that are not currently available in our country where the latest technology and current methods in cancer treatment are applied.
METHODS: In the study, the centers using particle radiotherapy systems worldwide; information on the dates of installation, number of treatment rooms, installation process, planning stage and number of patients treated were reached. The data of these centers between 2010 and 2020 were evaluated retrospectively based on the center, number of treatment rooms and number of patients treated, rates.
RESULTS: While there were 9 countries in the world with a particle treatment system in 2010, this figure increased to 19 countries in 2020. When particle radiotherapy centers are included, the number of centers will increase to 25 countries, while carbon radiotherapy systems will increase to 8 countries. When we look at the number of treatment centers in 2010, there are 31 centers in total; 26 of them are protons, 3 of them are carbon and 2 of them are proton+ carbon. In 2020, these numbers have increased to 96 centers, of which 83 are proton, 7 are carbon and 6 are proton+ carbon treatment centers. When we consider the centers in the planning stage, it will increase to 161 centers in total. While the number of patients treated with particle radiotherapy was 76,266 in 2010, this figure reached 221,528 in 2018. The number of new patients treated annually per treatment room is in the range of 86-197 new patients/years in Proton and in the range of 28-211 new patients/years in carbon therapy.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Thanks to the developments in the health sector, our country has become the reference hospitals and centers of our region. Considering the situation in the world and the situation our country is in, it is seen that in order for this feature to continue, our country should switch to carbon therapy in addition to proton therapy.

3.Effect of hyponatremia on muscle mass and interdialytic weight gain in haemodialysis patients
Kadir Gökhan Atılgan, Mehmet Deniz Aylı, Kübra Damla Ekenci, Fevzi Coşkun Sökmen
doi: 10.5505/aot.2020.76148  Pages 17 - 23
GİRİŞ ve AMAÇ: Amaç:
Diyaliz öncesi serum sodyum değeri ile malnutrisyon, kas kitlesi, kas fonksiyonu değerlendirme parametreleri ve interdiyalitik kilo alımı arasındaki ilişki değerlendirildi.

YÖNTEM ve GEREÇLER: Gereç ve Yöntem:
Kesitsel planlanan çalışmaya 150 hemodiyaliz hastası dahil edildi. Değerlendirmede: malnutrisyon inflamasyon skoru, el kavrama kuvveti, orta üst-kol çevresi, triseps cilt kalınlığı; orta üst-kol kas çevresi, biyoelektiriksel impedans analizi (Yağ yüzdesi, yağsız vücut kitlesi, bazal metabolizma hızı, vücut kitle indeksi, toplam vücut suyu) bakıldı. Aylık bakılan diyaliz giriş SNa’nin altı aylık ortalaması alındı. Hastalar 136.84 mEq/L olan ortalama serum sodyum değerinin altında: Grup 1 ve üzerinde Grup 2’yi oluşturdu. Serum albümin, C reaktif protein ve diğer aylık rütin laboratuvar tetkikleri hasta dosyasından alındı. İnterdiyalitik kilo alımı: hastanın diyaliz öncesi kilosundan, diyaliz sonrası kilosu çıkarılarak hesaplandı.

BULGULAR: Bulgular:
Yaş ve cinsiyet uyumlu iki grup arasındaki tek anlamlı fark interdiyalitik kilo alımıydı (p < 0.001). Analizde serum sodyum değeri ile interdiyalitik kilo alımı arasında anlamlı ilişki (p < 0.001) ve ters orantı vardı (r= -0.311, p < 0.001).

TARTIŞMA ve SONUÇ: Sonuç:
Hemodiyaliz hastalarında giriş serum sodyum değeri ile inflamasyon, malnutrisyon, ve antropometrik ölçümlerimiz arasında ilişki bulunamadı. Hemodiyaliz giriş serum sodyum değeri ve interdiyalitik kilo alımı arasında negatif korelasyon vardır ve istatistiksel anlamlıdır.

INTRODUCTION: Objective:
We evaluated the relationship between the pre-dialytic serum sodium value and malnutrition, the parameters of evaluating the muscular function, muscular mass or interdialytic weight gain.

METHODS: Material and Method:
150 haemodialysis patients were included in the study planned to be cross-sectional. In the evaluation; malnutrition-inflammation score, handgrip strength, mid arm circumference, triceps skinfold, mid arm muscle circumference, and bioelectrical-impedance analysis (fat percent, fat free mass, basal metabolism rate, body mass index, total body water) were considered and examined. The six-month average of the pre-dialytic serum sodium value, which is considered monthly, was taken. The patients under the average value of 136.84 mEq/L pre-dialytic serum sodium value were included in the Group 1 and those above it were included in the Group 2. Serum albumin, C-reactive protein and the other monthly routine laboratory examinations were taken from the patient’s follow-up file. Interdialytic weight gain was calculated by extracting the patient’s post-dialysis weight from the patient’s pre-dialytic weight.

RESULTS: Results:
The only significant difference between the two groups concordant according to the age and sex was interdialytic weight gain (p < 0.001). In the analysis, there was a significant relationship (p < 0.001) and inverse correlation (r= -0.311, p < 0.001) between pre-dialytic serum sodium value and interdialytic weight gain.

DISCUSSION AND CONCLUSION: Conclusion:
No relationship was found between the pre-dialytic serum sodium value of the haemodialysis patients and inflammation, malnutrition and anthropometric measurements. There was a negative correlation between the pre-dialytic serum sodium value and interdialytic weight gain, and it was statistically significant.


4.Clear cell chondrosarcoma: SEER database analysis
Mahmut Nedim Aytekin, Recep Öztürk, Mehmet Atıf Erol Aksekili, Ercan Bal, Metin Doğan
doi: 10.5505/aot.2020.04382  Pages 24 - 28
GİRİŞ ve AMAÇ: Berrak hücreli kondrosarkom, yavaş büyüme ve düşük metastaz potansiyeli ile karakterize, nadir bir kondrosarkom varyantıdır. Bu çalışmada berrak hücreli kondrosarkoma ait demografik veriler ve sağ kalım oranlarının raporlanması amaçlandı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışma Surveillance, Epidemiology and End Results (SEER) veritabanının en son versiyonu kullanılarak yapıldı. Berrak hücreli kondrosarkom tanılı hastalar yaş, cinsiyet, etnik köken, medeni durum, hastalığın yönü, tümörün yerleşim yeri, tümör derecesi, takip süresi ve takip sonuçları açısından değerlendirildi. Hastaların yaşları, 30 yaş üstü ve 30 yaş ve altı olarak iki gruba ayrıldı. Takip sonuçları yaşıyor ve ölü olarak iki grupta incelendi. Tanımlayıcı istatistikler ortalama ± standart sapma, sıklık ve yüzde olarak ifade edildi.
BULGULAR: Bu çalışmaya yaş ortalaması 44,4±18,2std (10-84 yaş arası) olan 19 kadın ve 51 erkek (%72,8) olmak üzere toplam 70 kişi dahil edilmiştir. En sık tümör yerleşim yeri, alt ekstremite uzun kemikleri ve ilişkili eklemler (%68,5) olarak değerlendirildi. Tümör diferansiasyonları incelendiğinde, en sık orta derece diferansiasyon (grade II) (%46,4) görüldü. Hastaların ortalama takip süresi, 84,3 ay (1-238 ay arası) idi. Bu çalışmaya dahil edilen 70 hastanın 11'i (%15,7) eksitus olmuştur.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Berrak hücreli kondrosarkom düşük dereceli kondrosarkom olarak bilinse de çalışmamıza dahil edilen hastaların %78,6' sının orta ya da ileri dereceli tümör olduğu bulunmuştur. Ayrıca en sık görüldüğü yaş aralığı 30-50 yaş arası olduğu bilinmekle beraber geniş bir yaş aralığında görüldüğü saptandı.
INTRODUCTION: Clear cell chondrosarcoma is a rare variant of chondrosarcoma and it is characterized by slow growth and low metastasis potential. The aim of this study is to report the demographic data and survival rates of clear cell chondrosarcomas.
METHODS: This study was conducted using the latest version of the Surveillance, Epidemiology and End Results (SEER) database. Patients with clear cell condrosarcoma were evaluated for age, sex, ethnicity, marital status, disease prognosis, tumor location, tumor grade, follow-up period and follow-up results. The patients were divided into two groups as older than 30 years old and younger than 30 years old. Follow-up results were evaluated as alive and dead in two groups. Descriptive statistics were expressed as mean ± standard deviation, frequency and percentage.
RESULTS: A total of 70 patients 19 women and 51 men (72.8%) with a mean age of 44.4 ± 18.2 std (10-84 years)were included in this study. The most common tumor locations were considered as lower extremity long bones and associated joints (68.5%) When the tumor differentiation was examined, the most common was observed as medium differentiation (grade II) (46.4%). The mean follow-up period was 84.3 months (1-238 months). Of the 70 patients included in this study, 11 (15.7%) died.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Although clear cell chondrosarcoma is known as low-grade chondrosarcoma, 78.6% of the patients included in our study were found to be have moderate or advanced tumors. We also have found that the most common age range seen in a wide age range, although known to be aged between 30-50.

5.The Correlation of Radiological Findings of Parotid Gland with Xerostomia Grade after Radiotherapy of Head and Neck Cancers
Neslihan Atabek, Fevziye İlknur Kayalı, Zümrüt Arda Kaymak Çerkeşli, Uğur Toprak
doi: 10.5505/aot.2020.04934  Pages 29 - 36
GİRİŞ ve AMAÇ: Baş-boyun kanserlerinin küratif definitif veya adjuvant radyoterapisi (RT) sonrasında en sık karşılaşılan kronik toksisite kserostomidir. Bu çalışmanın amacı baş-boyun kanserlerinin tedavisi için uygulanan RT sonrasında ortaya çıkan parotis bezindeki boyutsal ve parankimal değişiklikler ile klinik kserostomi derecesi arasındaki ilişkilerin incelenmesidir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Baş-boyun bölgesine 50-70 Gy küratif RT uygulanmış 50 hastanın 43’ü larinks (%86), 3’ü nazofarenks (%6) ve 4’ü oral kavite (%8) kanseri tanılıdır. RT öncesi, RT sonrası ve tedavi sonrası 3. ay kontrollerinde çekilen bilgisayarlı tomografi veya manyetik rezonans görüntüleme yöntemlerinden parotis bezi boyutları ölçüldü ve parotis bezi parankimi, parotit açısından değerlendirildi. Takiplerde kserostomi derecelendirilmesi Radiation Therapy Oncology Group common toxicity criteria version 2.0’a göre yapıldı. Parotis bezi boyutları, parankimal parotit, evre, cerrahi, total RT dozu, fraksiyon dozu ve eş zamanlı kemoterapinin (KT) kserostomi derecesi ile ilişkisi değerlendirildi.
BULGULAR: Yirmi bir (%42) hastada grade 1, 29 (%58) hastada grade 2 kserostomi saptandı. Grade 1 ve grade 2 kserostomi grupları karşılaştırıldığında; grade 2 grubundaki hastaların daha ileri evre, daha az cerrahi yapılmış, daha çok eş zamanlı KT uygulanmış ve parotis boyutları daha fazla oranda küçülmüş olduğu görüldü (p<0,01). Spearman ρ analizleri sonucunda kserostomi derecesi ile evre ve eş zamanlı KT varlığının pozitif korelasyonu (p<0,001); fraksiyon dozu ve parotis boyutlarıyla negatif korelasyon (p<0,001) saptanırken; radyolojik parotitis varlığı ile anlamlı korelasyon bulunamadı (p>0.05).
TARTIŞMA ve SONUÇ: RT sonrası parotis bezi boyutlarının radyolojik olarak küçülmesi kserostomi derecesi ile korele iken radyolojik parotitis durumunun klinik kserostomi derecesini yansıtmayabileceği gösterilmiştir.
INTRODUCTION: The most common chronic toxicity observed in head and neck cancer after curative definitive and adjuvant radiotherapy (RT) is xerostomia. The purpose of this study is to investigate the relationships between clinical xerostomia grade and the magnitude and parenchymal changes in the parotid gland ensuing after RT that is conducted for treating head and neck cancers.
METHODS: Fifty patients with larynx (43, 86%), nasopharynx (3, 6%), and oral cavity tumor (4, 8%), who were treated with 50-70 Gy curative RT in their head and neck regions, participated in the study. Patients were scanned by computerized tomography or magnetic resonance imaging before and after RT, as well as during the third-month examinations after their treatments. Parotid gland sizes were measured and parotid gland parenchyma were assessed with regards to parotitis by analyzing the images. Xerostomia grading was carried out in accordance with the common toxicity criteria version 2.0 of the Radiation Therapy Oncology Group. Relationships of xerostomia grade with parotid gland size, parenchymal parotitis, stage, operation, total RT dosage, fraction dosage, and concurrent chemotherapy were analyzed.
RESULTS: Twenty-one (42%) patients had grade 1 xerostomia and 29 (58%) patients had grade 2 xerostomia. Compared to Grade 1 xerostomia group; Grade 2 patients were more advanced stage, had less surgery but more concurrent chemotherapy, and had further reduced parotid sizes (p<0.01). Spearman ρ analyses revealed that xerostomia grade had significant positive correlations with stage and presence of concurrent chemotherapy (p<0.001); significant negative correlations with fraction dosage and parotid sizes (p<0.001). However, xerostomia grade did not significantly correlate with presence of radiological parotitis (p>0.05).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Reduction in the parotid gland sizes after RT treatment is correlated with xerostomia grade. However, radiological parotitis condition may not indicate the grade of clinical xerostomia.

6.Prognostic Value of De-Ritis Ratio in Adolescents and Young Adult Patients with Breast Cancer
Utku Oflazoglu, Yakup İriağaç, Yüksel Küçükzeybek, Umut Varol, Tarik Salman, Halil Taşkaynatan, Yaşar Yıldız, Ahmet Alacacıoğlu
doi: 10.5505/aot.2020.85619  Pages 37 - 45
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmada, adelosesan ve genç erişkin (AGE'li) meme kanseri olan hastalarda aspartat aminotransaminazın alanin aminotransaminaza (De-Ritis oranı) oranının prognostic bir belirteç olarak rolü araştırıldı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışmada, Ocak 2006 - Mayıs 2016 tarihleri arasında İzmir Katip Çelebi Üniversitesi Atatürk Eğitim ve Araştırma Hastanesi Tıbbi Onkoloji Kliniğinde izlenen 18-39 yaşları arasındaki hastaları geriye dönük olarak değerlendirdi. De-Ritis oranının cut-off değerlerini bulmak için ROC eğrisi analizi kullanılmıştır. Hastalar kesim değerine göre iki gruba ayrıldı.
BULGULAR: Toplamda 190 meme kanseri hastası vardı. Tanı sırasındaki ortanca yaş 34 idi (min: 23, maks: 39). Takiplerinde 37 hastada (% 19.5) nüks saptandı. Histolojik olarak, hastaların büyük çoğunluğu 2. ve 3. derece idi. Tek değişkenli analizde De-Ritis oranının, histolojik derecenin, ER durumunun, PR durumunun ve Luminal durumunun hastalıksız sağkalım(HS) açısından iyi prognostik faktörler olduğunu saptandı [sırasıyla p: 0.014, p: 0.006, p: 0.032, p: 0.002, p: 0.05]. De-Ritis oranı<0,93 olan grupta HS 106,2 ay iken De-Ritis oranı≥0,93 79,2 ay olarak saptandı (p: 0,014). Hastalıksız sağklaım açısından çok değişkenli analizde histolojik derece, PR durumu ve De-Ritis oranı istatistiksel olarak anlamlı bulundu.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu çalışmada De-Ritis oranının adelosesan ve genç erişkin meme kanserli hastalarda prognostik bir belirteç olarak kullanılabileceği gösterilmiştir.
INTRODUCTION: The present study aimed to investigate the potential of ratio of aspartate aminotransaminase to alanine aminotransaminase (De-Ritis ratio) as prognostic marker in adelocesant and young adults(AYAs) patients with breast cancer.
METHODS: This study retrospectively evaluated patients aged 18-39 who were followed-up from January 2006 to May 2016 at the Medical Oncology Clinic of Izmir Katip Celebi University, Ataturk Training and Research Hospital. In order to find out De-Ritis ratio cut-off values, ROC curve analysis was used. The patients were divided into two groups according to the cutoff value.
RESULTS: We had 190 patients with breast cancer in total. The median age at diagnosis was 34 (min: 23, max: 39). 37 patients (19.5%) experienced a relapse in the follow-up period. Histologically, the great majority of patients were grade 2 and 3. The univariate analysis demonstrated that De-Ritis ratio, histological grade, ER status, PR status and Luminal status were good prognostic factors in terms of disease free survival(DFS) [p: 0.014, p: 0.006, p: 0.032, p: 0.002, p: 0.05 respectively]. The group De-Ritis ratio<0,93 had 106.2 months of DFS while the group De-ritis ratio≥0,93 had 79.2 months [p<0.014]. In multivariate analysis for DFS histological grade, PR status and De-Ritis ratio were found to be statistical significance.
DISCUSSION AND CONCLUSION: In this study, it has been shown that the De-Ritis ratio can be used as a prognostic marker in AYAs with breast cancer.

7.Is There Any Prognostic Relationship Between Malignant Peripheral Nerve Sheath Tumors And NF Type 1?
Coskun Ulucakoy, Aliekber Yapar, Recep Öztürk, Güray Toğral, Bedii Şafak Güngör
doi: 10.5505/aot.2020.44154  Pages 46 - 56
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmada nadir görülen yumuşak doku sarkomlarından olan malign periferik sinir kılıfı tümörlerinin (MPSKT) klinik özelliklerini ve Nörofibromatozis tip 1 (NF1) ile prognostik ilişkisini araştırmayı amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Ocak 2002 ve Aralık 2015 tarihleri arasında MPSKT nedeniyle opere edilen 42 (26 E, 16 K) hastanın klinik özellikleri, tedavi yöntemleri, klinik sonuçları ve tedavi başarısızlıkları retrospektif olarak değerlendirildi.16 hasta (%38) (10 erkek, 6 kadın, ortalama yaş 40± 14) NF1 ile ilişkili bulundu. 26 hasta (%62) (16 erkek, 10 kadın, ortalama yaş 38± 15) sporadik MPSKT tanısı ile takip ve tedavi edildi. Ortalama takip süresi NF1 ile ilişkili grupta 30 ay (± 12) ve sporadik MPSKT grubunda 42 ay (± 15) idi. En sık yerleşim yeri ekstremite (% 85) ve ortalama tümör boyutu 11,2 cm (dağılım 2-21cm) idi. Tüm hastalara tanı sonrası geniş rezeksiyon uygulandı.
BULGULAR: İki grup arasında tümör boyutu,tümör yerleşimi ve lenf nodu tutulumu ve uzak organ metastazı açısından anlamlı fark yoktu.Tüm hastalarda makroskopik cerrahi sınır negatif iken,NF1 ile ilişkili grupta 5 hastada(% 31) ve sporadik grupta 9 hastada(% 34) mikroskobik cerrahi sınır pozitif (R1) olarak rapor edildi. 42 hastanın 20’sinde (% 47) nüks görüldü. NF1 ilişkili grupta 13 hastada (% 81), sporadik grupta 7 hastada(% 26) nüks görüldü. Mikroskobik cerrahi sınır pozitif olan hastalarda mortalitenin 11,4 kat artığı gözlenmiştir.
TARTIŞMA ve SONUÇ: NF1 zemininde gelişen malign periferik sinir kılıfı tümörlerinde prognoz sporadik tipe göre daha kötüdür. Ayrıca tümörün boyutu, derinliği, pozitif cerrahi sınır kötü prognoz göstergeleridir. Sağkalımı etkileyen en önemli faktör NF1 varlığı ve pozitif cerrahi sınırdır.
INTRODUCTION: In this study, we aimed to research the clinical features of malignant peripheral nerve sheath tumors (MPNST) which are rare soft tissue sarcomas and their prognostic relationship with Neurofibromatosis type 1 (NF1).
METHODS: The clinical features, treatment modalities, clinical outcomes and treatment failures of 42 (26 males, 16 females) patients operated for MPNST between January 2002 and December 2015 were evaluated retrospectively. 16 patients (38%) (10 males, 6 females, mean age 40 ± 14) were associated with NF1. 26 patients (62%) (16 males, 10 females, mean age 38 ± 15) were treated and followed up with sporadic MPNST diagnosis. The mean follow-up period was 30 months (± 12) in the NF1-associated group and 42 months (± 15) in the sporadic MPNST group. The most common site was extremity (85%) and mean tumor size was 11.2 cm (range between 2 and 21 cms). All patients underwent wide resection after diagnosis.
RESULTS: There was no significant difference between the two groups in terms of tumor size, tumor location, lymph node involvement and distant metastasis. In all patients, macroscopic surgery margin was negative, while 5 patients (31%) in the NF1-associated group and 9 patients (34%) in the sporadic group the margin was reported as positive (R1). Recurrence was seen in 20 of 42 patients (47%). Recurrence was seen in 13 patients (81%) in the NF1-associated group and 7 patients (26%) in the sporadic group. Mortality rate increased by 11.4 times in patients with positive microscopic surgical margin.
DISCUSSION AND CONCLUSION: The prognosis of malignant peripheral nerve sheath tumors developing on NF1 background is worse than sporadic type. In addition, tumor size, tumor depth and positive surgical margin are indicators of poor prognosis. The most important factor affecting survival is the presence of NF1 and the positive surgical margin.

8.Comparison of 3 Different Methods in The Antibiotic Prophylaxis for Prostate Biopsy
Gökhan Sönmez, Fatih Demir, Murat Keske, Nurullah Hamidi, Mert Ali Karadağ
doi: 10.5505/aot.2020.70446  Pages 57 - 61
GİRİŞ ve AMAÇ: Prostat Kanseri (PCa) kesin tanısında altın standart yöntem prostat iğne (PB) biyopsisidir. PB sonrası üriner sistem enfeksiyonları gibi hayatı tehdit eden önemli komplikasyonlar meydana gelebilir. Bu çalışmada siprofloksasin, gentamisin ve siprofloksasin+gentamisin kombinasyonlarının PB proflaksisindeki etkinliklerinin karşılaştırılması amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu retrospektif çalışmada, prostat kanseri şüphesi nedeniyle transrektal ultrasonografi kılavuzluğunda standart 10-12 kor prostat biyopsisi uygulanan hastaların verileri analiz edilmiştir. Hastalar uygulanan proflaksi yöntemine göre 3 gruba ayrılmıştır; 1) işlemden önce tek doz im. gentamisin 80 mg uygulananlar, 2) işlemden 24 saat önce başlanarak günde 2 kez toplam 3 gün (oral) siprofloksasin 500 mg uygulananlar, 3) her ikisinin kombinasyonu uygulanalar. Grupların ateşli üriner sistem enfeksiyon (AÜSE) oranlarının yanı sıra yaş, serum prostat spesifik antijen (PSA) düzeyleri gibi bazı demografik ve klinik verileri kaydedilerek karşılaştırılmıştır.
BULGULAR: Çalışmaya toplam 180 hasta dahil edildi (grup 1= 67, grup 2= 51, grup 3= 62). Tüm hastaların yaş ortalaması 64.41 (+/-7.08) yıldı. Hastalarda biyopsi sonrası AÜSE görülme oranı %4.4 idi. Grupların ortalama yaş, ortanca prostat hacimleri, ortanca PSA düzeyleri ve kanser saptanma oranları istatistiksel olarak benzerdi. En fazla AÜSE Grup-2’de tespit edilirken (%11.7), Grup-1 ve Grup-3 ise AÜSE oranları açısından benzerdi (sırasıyla %1.4, %1.6). En sık izole edilen etken Escherichia coli idi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmamızın sonuçlarına göre, biyopsi öncesi tek doz im. gentamisin uygulanarak yapılan proflaksi, tek başına oral siprofloksasin ile yapılan antibiyotik proflaksisine göre daha etkin görünmektedir. Tek doz gentamisin ile kombinasyon proflaksisi etkinlikleri benzer bulunmakla birlikte, uygulama kolaylığı ve akılcı antibiyotik kullanımı açısından işlem öncesi tek doz gentamisin ile proflaksi önermekteyiz.
INTRODUCTION: The gold standard method for the definitive diagnosis of Prostate Cancer (PCa) is prostate needle biopsy (PB). Significant life-threatening complications such as urinary tract infections may occur after PB. The aim of this study was to compare the efficacy of ciprofloxacin, gentamicin and ciprofloxacin+gentamicin in PB prophylaxis.
METHODS: In this retrospective study, the data of patients who underwent standard 10-12 core prostate biopsy under the guidance of transrectal ultrasonography because of the suspicion of prostate cancer were analyzed. Patients were divided into 3 groups according to the applied prophylaxis method; 1) Single dose im. gentamicin 160 mg administered before biopsy. 2) Ciprofloxacin 500 mg administered twice a day for a total of 3 days (oral) starting 24 hours before biopsy. 3) The combination of both drugs applied. Febrile urinary tract infection (FUTI) rates of the groups, as well as some demographic and clinical data such as age, serum prostate specific antigen (PSA) levels, were recorded and compared.
RESULTS: A total of 180 patients were included in the study (group 1= 67, group 2=51, group 3= 62 patients). The mean age of all patients was 64.41 (+/-7.08) years. The incidence of FUTI after biopsy was 4.4%. The mean age, median prostate volumes, median PSA levels and cancer detection rates of the groups were statistically similar. While the most number of FUTIs were detected in Group-2 (11.7%), Group-1 and Group-3 were similar in terms of FUTI rates (1.4%, 1.6%, respectively). The most commonly isolated agent was Escherichia Coli.
DISCUSSION AND CONCLUSION: According to the results of our study, a single dose im. prophylaxis with gentamicin appears to be a more effective prophylaxis method than antibiotic prophylaxis with oral ciprofloxacin alone. Although the effectiveness of single-dose gentamicin and combination prophylaxis are similar, because of the ease of administration and the choice of rational antibiotics, we recommend single-dose gentamicin.

9.Should we use corrected calcium for serum albumin when calculating the fractionated urinary calcium levels in patients with hyperparathyroidism
Cevdet Aydin, Şefika Burçak Polat, Sevgul Fakı, Neslihan Çuhacı, Reyhan Ersoy, Bekir Çakır
doi: 10.5505/aot.2020.82612  Pages 62 - 67
GİRİŞ ve AMAÇ: Primer hiperparatiroidizm (PHPT) ayaktan hastalarda hiperkalseminin en sık sebebidir.Tedavi edilmediğinde progresif olarak ilerler, nefrokalsinosis ve kemik mineral kaybı gelişir ve son dönem böbrek yetmezliği, kemik kırıkları gibi ciddi komplikasyonlar ortaya çıkabilir. Hiperkalsemiye eşlik eden yüksek veya normal parathormonu varlığında PHPT ayırıcı tanısında ailesel hipokalsiürik hiperkalsemi düşünmek gerekir. İki antitenin ayırıcı tanısında 24 saatlik idrarda kalsiyum atılımı ve fraksiyone idrar kalsiyum ekskresyonu kullanılmaktadır. Bu çalışmanın amacı fraksiyone idrar atılımı formülünde serum total kalsiyum düzeyini albumine göre düzeltmenin klinik anlamı olup olmadığını araştırmaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Primer hiperparatiroidizmi olan toplam yirmi hastanın fraksiyone idrar atılımı “idrarkalsiyumu x plazma kreatinin/ serum kalsiyumu x idrar kreatinin” formülü ile hesaplandı.Hesaplama yaparken serum kalsiyumu albumine göre düzeltilmiş ve düzeltilmemiş olarak iki ayrı ölçüm yapıldı ve ölçümler birbiriyle karşılaştırıldı.
BULGULAR: Albumine göre düzeltilmiş kalsiyum kullanıldığında ortalama fraksiyone atılımı 0.0008(%0.8) ±0.00013, düzeltilmemiş kalsiyum kullanıldığında hesaplanan değer ise 0.016 (%1.6) ±0.057 idi. İki sonuç arasındaki fark istatistiksel olarak anlamlı idi (p=0.01). Klinik olarak PHPT ve ailesel hipokalsiürik hiperkalsemi ayırıcı tanısı için kesim noktası %1 alındığında hiçbir hastada tanı değişmezken, %2 alındığında iki PHPT’li hastanın tanısı ailesel hipokalsiürik hiperkalsemi olarak değişti
TARTIŞMA ve SONUÇ: Fraksiyone idrar atılımı PHPT ve ailesel hipokalsiürik hiperkalsemi ayırıcı tanısında önemlidir. Serum kalsiyum ölçümü serum albumin düzeyinden etkilenmekte ve yanlış yüksek veya düşük ölçülmektedir. Fraksiyone idrar atılımı hesaplanırken albumine göre düzeltilmiş kalsiyumu kullanmak, sonuçları gri zonda olan bazı hastaların klinik tanısını değiştirebilir.

INTRODUCTION: Primary hyperparathyroidism (PHPT) is the most common cause of hypercalcemia in outpatients. When left untreated, it has detrimental effects on bones and kidneys that result in fractures, nephrocalcinosis and end stage renal failure. In case of hypercalcemia if the parathyroid hormone is high or normal, there are two clinical entities to be differentiated; PHPT and familial hypocalciuric hypercalcemia (FHH). In the differential diagnosis we usually use 24 hours collection of urinary calcium and fractionated urinary calcium (FECa). In this study we aimed to determine the clinical utility of using corrected calcium for albumin in calculation of fractionated calcium excretion in differentiating PHPT and FHH.
METHODS: We conducted the study with twenty operated patients with PHPT and all had single parathyroid adenoma in the histopathology report. We retrospectively evaluated the laboratory parameters and recalculated the fractionated calcium excretion according to the corrected serum calcium for albumin. The formula for FECa is as follows; urinary calcium x plasma creatinine/ plasma calcium x urinary creatinine. Two calculations of FE Ca with and without correcting serum Ca according to serum albumin were compared with each other.
RESULTS: Mean FE Ca was 0.016 ±0.057. Recalculated FE Ca excretion was 0.0008±0.0013. The difference between two calculations of FECa was statistically different. If we accept the cutoff of FECa as 0.01 for the differentiation of PHPT from FHH, recalculation of FECa didn’t change the diagnosis in any patient. But when we accept the cut off as 0.02, two patients would have falsely been diagnosed as FHH with the new calculated FECa
DISCUSSION AND CONCLUSION: FECa is important for differential diagnosis of PHPT and FHH. Serum total calcium measurement is affected by serum albumin levels. Using corrected calcium level while calculating FECa can change the diagnosis of some patients whose FECa is in the gray zone.

10.Primary Anorectal Malignant Melanoma: A Single Center Experience
Havva Yeşil Çınkır, Fatih Yıldız, Ferit Aslan, Ilkay Dogan, Ulku Yalcintas Arslan, Özlem Sönmez, Umut Demirci, Berna Öksüzoğlu
doi: 10.5505/aot.2020.81594  Pages 68 - 73
GİRİŞ ve AMAÇ: Primer anorektal malign melanom (ARMM) nadir tümördür. Anorektal karsinomların %1’ini melanomlar oluşturur. Prognozu kötüdür, 5 yıllık sağkalım oranı %10’dur. Biz çalışmamızda nadir görülen tümör olması nedeni ile ARMM tanılı hastaları değerlendirdik.
YÖNTEM ve GEREÇLER: ARMM tanısı ile Ekim 1998- Şubat 2019 tarihleri arasında takip edilen 21 hastanın dosya bilgileri retrospektif olarak incelendi. Hastaların demografik, klinik, radyolojik ve sağkalım özellikleri kayıt edildi. Sağ kalım analizleri için Kaplan-Meier sağ kalım analizi kullanıldı.
BULGULAR: Hastaların yaş ortalaması 59,5±13,3 (28-76); 8 (% 38,1)’ i erkek, 13 (% 61,9)’ü kadın cinsiyetteydi. Tümör lokalizasyonuna göre 8 (% 38,1)’i anal bölge, 11 (% 52,4)’i rektal bölge ve 2 (% 9,5)’ si anorektal bölge yerleşimliydi. Sağkalım analizine göre genel sağkalım (GSK) 16 ay ( %95 Güvenlik Aralığı (GA); 13,2-18,7) idi. Tanıda metastaz olup olmamasına göre ortanca GSK erken evrede 18 ay (% 95 GA;15,6- 20,3), metastatik hastalıkta 11 ay (% 95 GA;4,5-17,4) olarak saptandı (p: 0,003).
TARTIŞMA ve SONUÇ: ARMM şu an için herhangi bir tedavi kılavuzuna sahip değildir, terapötik yöntemin seçimi dikkatle düşünülmelidir. Erken teşhis ve özelleştirilmiş, multidisipliner bir tedavi planı muhtemelen ARMM'nin tedavi sonucunu iyileştirir.
INTRODUCTION: Primary anorectal malignant melanoma (ARMM) is a rare tumor. Melanomas form 1% of anorectal carcinomas. The prognosis is poor, the 5-year survival rate is 10%. In our study, we evaluated patients with ARMM because of the rare tumor.
METHODS: The patient information of 21 patients with ARMM between October 1998 and February 2019 were retrospectively reviewed. Demographic, clinical, radiological and survival characteristics of the patients were recorded. Kaplan-Meier survival analysis was used for survival analysis.
RESULTS: The mean age of the patients was 59,5 ± 13,3 years (28-76); 8 (38,1%) were male and 13 (61,9%) were female gender. According to tumor localization, 8 (38,1%) anal region, 11 (52,4%) rectal region and 2 (9,5%) were located in the anorectal region. Overall survival (OS) was 16 months (95% Confidence Interval (CI); 13,2-18,7) according to survival analysis. According to the diagnosis of metastasis, the median OS in the early stage was 18 months (95% CI;15,6-20,3); 11 months (95% CI;4,5 ± 17,4) in metastatic disease (p: 0,003).
DISCUSSION AND CONCLUSION: The ARMM does not currently have any treatment guidelines, the choice of the therapeutic method should be carefully considered. Early diagnosis and a personalized, multidisciplinary treatment plan will probably improve the outcome of ARMM treatment.

11.Preoperative Role of Dynamic Abdominal Computed Tomography in Gastric Tumors
Mehmet Saydam, Serra Özbal Güneş, Ibrahim Yilmaz, Mehmet Alperen Avcı, Mutlu Şahin, Mustafa Taner Bostancı
doi: 10.5505/aot.2020.02693  Pages 74 - 79
GİRİŞ ve AMAÇ: Mide kanseri tüm dünyada her yıl yaklaşık yarım milyon hastanın ölümüne neden olmaktadır. Dinamik abdominal BT preoperatif tanı ve mide kanserlerinin evrelemesinde yaygın olarak kullanılmaktadır. Burada en önemli nokta preoperatif evrelemenin doğru yapılarak, hastaların neoadjuvan kemoterapi gibi uygun tedavi seçeneklerine kavuşabilmesidir. Dinamik abdominal BT'nin preoperatif rolünü daha da netleştirmek için; preoperatif BT bulgularını postoperatif ve histopatolojik bulgular eşliğinde karşılaştırdık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Mide kanseri nedeniyle 2016 - 2019 yılları arasında operasyon geçiren hastaların kayıtları geriye dönük olarak incelendi. Tüm preoperatif BT bulguları cerrahi bulgularla istatistiksel olarak karşılaştırıldı ve preoperatif BT görüntüleri ameliyat sonrası başka bir radyolog tarafından değerlendirildi.
BULGULAR: Üç yıl boyunca kliniğimizde toplam 103 hastaya mide kanseri tanısı konuldu ve opere edildi. İncelenen hastaların 76 'sı (% 73.7) erkek ve 25' i (% 24.2) kadındı ve ortalama yaş 67' idi.Tüm hastalara preoperatif dinamik abdominal BT inceleme yapıldı. Preoperatif BT bulguları evreleme ve tanı için ayrıca hastanın 16' sında (% 15.84) yetersizdi. Bu 16 hastanın ek görüntüleme teknikleri (PET CT, MR, EUS) ve endoskopi nedeniyle tedavi seçenekleriyle, mortalite ve morbidite oranları değişmedi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Dinamik abdominal BT' nin mide tümörlerinde preoperatif tanı ve evrelemesinde önemli bir rolü vardır, ancak bazı vakalar yanlış değerlendirilebildiği veya gözden kaçabildiği görülmektedir. Bu yüzden mide tümörü düşünülen hastalarda preoperatif evreleme yapılırken BT yanında primer olarak endoskopi ve sonrasında MRI, PET, EUS gibi ek görüntüleme yöntemleriyle değerlendirilmesi önemli olarak görülmektedir.
INTRODUCTION: Gastric cancer accounts for nearly half a million deaths each year all over the world. Dynamic abdominal CT is used for preoperative diagnosis and staging of gastric cancers. Preoperative staging must be done correctly, so the patient can get the proper treatment options such as neoadjuvan chemotherapy. To further clarify of preoperative role of dynamic abdominal CT; we compared preoperative CT findings with postoperative, and histopathological findings.
METHODS: Patients’ records, who underwent gastric operation for gastric cancer, between 2016 to 2019 were analyzed retrospectively. All preoperative CT findings were compared with surgical and histopathological findings statistically, and also preoperative CT images were evaluated by another radiologist postoperatively.
RESULTS: For 3 year period total 103 patients were diagnosed and operated for gastric cancer in our clinic. The population was comprised of 76 (73.7%) male and 25(24.2%) female patients who were averagely 67 years old. All of the patşents have preoperative dynamic abdominal CT. Preoperative CT findings for staging and also diagnosis were insufficient for 16 (15.84 %) patients of 101. The treatment options, mortality and morbidity rates for 16 patients did not change, because additional imaging technics (PET CT, MRI, EUS) and endoscopy were performed to these patients preoperatively.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Dynamic abdominal CT has a major role for preoperative diagnosis and staging of gastric tumors, but some cases could be misevaluated, so that preoperative evaluation of gastric tumors should be done with dynamic CT and if necessary MRI, PET CT, EUS or endoscopy.

12.The role of intraoperative neural monitoring versus identification alone on post-thyroidectomy true vocal cord palsy
Cagri Tiryaki, Murat Burc Yazicioglu
doi: 10.5505/aot.2020.86094  Pages 80 - 86
GİRİŞ ve AMAÇ: Amaç: Tiroid cerrahisinin en kritik ve istenmeyen, yaşam kalitesini önemli ölçüde azaltabilen komplikasyonu rekürren laringeal sinir felcidir. İntraoperatif nöromonitorizasyonu (IONM), rekürren laringeal sinir hasarını önlemek için yeni bir teknik olarak tanıtılmış olmasına rağmen, IONM'nin yararları hala tartışmalıdır. Bu çalışmanın amacı, tiroid cerrahisinin postoperatif komplikasyon oranlarını intraoperatif nöral izlemeli kulanılan veya kullanılmayan vakalarda literatür eşliğinde tartışmaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Hastalar iki gruba ayrıldı; IONM kullanılan grup (Grup 1, n: 72) ve IONM grubu olmayan geleneksel direkt görsel teknik kullanılan grup (Grup 2, n: 276). Yaş, cinsiyet, preoperatif tanı, ultrasonografik bulgular, ameliyat türü, ameliyat süresi, postoperatif kalsiyum, parathormon düzeyleri ve erken postoperatif komplikasyonlar kaydedildi.
BULGULAR: İki grup arasında yaş, cinsiyet, ameliyat tipi, hastanede kalış süresi, postoperatif kalsiyum, parathormon düzeyleri ve preoperatif tanı açısından anlamlı fark yoktu. Postoperatif kanama ve ses kısıklığı sırasıyla 6 (% 2.2) hastada ve 3 (% 1.1) hastada grup 2'de belirlendi. Bununla birlikte postoperatif kanama ve ses kısıklığı 1.grupta 1 hastada belirlendi. Hipokalsemi, grup 1'de 9 (% 12.5), grup 2'de 48 (% 17.4) hastada (p= 0.24) belirlendi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: IONM'nin postoperatif komplikasyon oranları üzerine anlamlı bir etkisi saptamadık
INTRODUCTION: The most critical and undesirable complication of thyroid surgery is recurrent laryngeal nerve palsy which can be significantly deteriorate the quality of life. Although intraoperative neu-romonitoring (IONM) has been introduced as a new technique to prevent recurrent laryngeal nerve damage, the benefits of IONM are still controversial. The aim of this study was to dis-cuss the postoperative complication rates of thyroid surgery with and without intraoperative neural monitoring in the context of the literature.
METHODS: The patients were divided into two groups; IONM used group (Group 1, n: 72) and conven-tional direct visual technique without IONM group (Group 2, n: 276). Age, sex, preoperative diagnosis, ultrasonographic findings, type of surgery, duration of surgery, postoperative calci-um, parathormone levels, and early postoperative complications were recorded.
RESULTS: There was no significant difference between two groups regarding age, gender, operation type, total hospitalization period, postoperative calcium, parathormone levels, and preopera-tive diagnoses. Postoperative bleeding and hoarseness were determined in 6 (2.2%) patients and 3 (1.1%) patients in group 2 respectively. However postoperative bleeding and hoarseness were determined in 1 patient in group 1. Hypocalcemia was determined in 9 (12.5%) patients in group 1 and in 48 (17.4%) patients in group 2 (p= 0.24).
DISCUSSION AND CONCLUSION: We did not determine a significant effect of IONM on postoperative complication rates.

13.Treatment outcomes of primary radiotherapy / chemoradiotherapy for locally advanced bladder cancer
Gonca İnan, Suheyla Aytaç Arslan, İpek Pinar Aral, Yilmaz Tezcan
doi: 10.5505/aot.2020.60783  Pages 87 - 93
GİRİŞ ve AMAÇ: Kliniğimizde primer radyoterapi -kemoradyoterapi uygulanan kasa invaze mesane kanserli hastaların akut toksisite ve sağkalım sonuçlarını değerlendirmek hedeflenmiştir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Ankara Atatürk Eğitim ve Araştırma Hastanesi Radyasyon Onkolojisi Kliniğinde 2009-2017 yılları arasında primer küratif tedavi hedeflenerek RT-KRT verilen lokal ileri mesane kanseri 39 hastasının tedavi sonuçları ve akut toksisite bilgileri değerlendirilmiştir.
BULGULAR: Medyan 23 aylık takipte genel sağkalım % 32, hastalıksız sağkalım %28 olarak hesaplanmıştır. Hastalarda grad 3 toksisite 3 hastada izlenmiş, bunlardan 1 i genitoüriner toksisite 2 si ise gastrointestinal toksiste şeklinde görülmüştür. Tüm hastalar planlanan tedavi şemasını tamamlamıştır.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çeşitli nedenlerle cerrahi tedavi uygulanmayan bu dezavantajlı grupta KRT sonuçları cerrahi ile elde edilen sonuçlara ulaşamamaktadır; bununla birlikte bu hasta grubunda optimal tedavi şeması için randomize kontrollü çalışmalara ihtiyaç duyulmaktadır.
INTRODUCTION: The aim of this study was to evaluate the acute toxicity and survival outcomes of patients with bladder carcinoma who underwent primary radiotherapy - chemoradiotherapy.
METHODS: The treatment results and acute toxicity of 39 patients with local advanced bladder cancer treated with RT-CRT were evaluated in the Radiation Oncology Clinic of Ankara Atatürk Training and Research Hospital between 2009-2017.
RESULTS: Overall survival was 32% and disease-free survival was 28% at median 23-month follow-up. Grade 3 toxicity was observed in 3 patients, one of them was genitourinary toxicity and 2 was gastrointestinal toxicity. All patients completed the planned treatment scheme.
DISCUSSION AND CONCLUSION: In this disadvantaged group, which did not undergo surgical treatment for various reasons, CRT results could not reach the results obtained by surgery; however, randomized controlled trials are needed for the optimal treatment scheme in this patient group.

14.Benign peripheral nerve sheath tumors of the extremities: a study of one hundred patients.
Hüseyin Bilgehan Çevik, Sibel Kayahan, Engin Eceviz, Seyit Ali Gümüştaş
doi: 10.5505/aot.2020.07641  Pages 94 - 101
GİRİŞ ve AMAÇ: Benign periferik sinir kılıfı tümörleri (BPSKT), sik görülen ve tedavisi zorlu tumorlerdir. BPSKT'lerin cerrahi tedavisinde ana hedef nörolojik fonksiyonların korunarak tümörün eksizyonudur. Bu çalışmanın amacı BPSKT hastalarinin demografik özelliklerini, klinik prezentasyonlarını, tumorun cerrahi ve patolojik bulgularını ve morbidite açısından sonuçlarını araştırmaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: 2006 ve 2016 yılları arasında üçüncü basamak hastanemizde cerrahi olarak tedavi edilen ekstremite yerleşimli BPSKT'li 100 hastanın klinik ve radyolojik bulgularının retrospektif bir analizi yapıldı.
BULGULAR: Bu seride 55 schwannom, 38 nörofibrom, 5 pleksiform nörofibrom ve 2 pleksiform schwannom olmak uzere 52’si erkek 48’i kadın toplam 100 hastanın değerlendirilmesi yapıldı. En sik klinik prezentasyon ağrılı kitleydi. Malignite şüphesi olan 20 hastaya ameliyat öncesi biyopsi yapıldı. Bu 20 hastanın poatoperatif takiplerinde 6'sında motor defisit, 7'sinde sürekli ağrı saptandi. %5 (5/100) hastada nüks görüldü. BPSKT 'lerin %23'ü (23/100) NF tip-1 ile ilişkiliydi. Ortalama takip süresi 77 aydı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: BPSKT’ler tümörün tamamen eksizyonu ile mükemmel klinik sonuçlara sahiptir. BPSKT’leri her yaşta görülebilirler ve genellikle ele gelen kitle şikayetiyle başvururlar. Çoğu BPSKT’lerini schwannomalar oluşturmaktadır. Ortopedistler bir biyopsi ve / veya cerrahi işlemden kaynaklanan olası sinir hasarını göz önünde bulundurmalıdır. Malignite şüphesi ile olası sinir hasarı arasındaki denge göz önüne alındığında, biyopsi dikkatle planlanmalıdır.
INTRODUCTION: Benign peripheral nerve sheath tumors (BPNST) are common tumors, with challenging management. The main target of surgical management of BPNSTs is excision of the tumor with preservation of neurological functions. The aim of the present study was to investigate the demographic features, clinical presentations, surgical and pathological findings, and outcomes of BPNSTs in respect of morbidity.
METHODS: A retrospective analysis of clinical and radiological findings of 100 patients with BPNSTs involving the extremities who were surgically treated at our tertiary hospital center, between 2006 and 2016.
RESULTS: In this series, evaluation was made of 100 patients comprising 52 males and 48 females with 55 schwannomas, 38 neurofibromas, 5 plexiform neurofibromas, and 2 plexiform schwannomas. The most presenting feature was painful mass. A pre-operative biopsy was performed in 20 patients with suspicion of malignancy. Of these 20 patients, 6 had post-operative motor deficits and 7 had continuous pain in the follow-up period. Recurrence was seen in 5% (5/100) patients. There were 23% patients (23/100) with BPNSTs were associated with NF type-1. The overall average follow-up was 77 months.
DISCUSSION AND CONCLUSION: BPNSTs have great clinical outcome with total excision of the tumor. BPNSTs are tumors that can be seen at any age, and generally they are presented with a palpable mass. Most of the BPNSTs are schwannomas. Orthopedic surgeons should in mind the possible nerve damage caused by a biopsy and/or surgery. Considering the balance between malignancy suspicion and possible nerve damage, biopsy should be planned carefully.

15.Platinum-based Regimens in First-line Therapy of Non-Small Cell Lung Cancer
Abdulkadir Karışmaz, Mustafa Sevinc, Murat Tugcu, Fuat Hulusi Demirelli, Hande Turna
doi: 10.5505/aot.2020.43108  Pages 102 - 107
GİRİŞ ve AMAÇ: Akciğer kanseri hem erkek hem de kadınlarda kansere bağlı ölüm nedenleri arasında ilk sırada yer almaktadır. Metastatik KHDAK (küçük hücreli dışı akciğer kanseri) hastalarında günümüzde EGFR, ALK ve ROS1 mutasyonu yoksa standart tedavi platin bazlı bir kombinasyon rejimidir. Platinin yanına kombine edilen ajanın seçimi genellikle ilacın toksisite profili ve hastanın toleransı göz önüne alınarak belirlenmektedir. Bu çalışmada metastatik KHDAK tanısı almış olgularda farklı histolojik alt tiplere göre uygulanan birinci seri sistemik kemoterapi ile elde edilen yanıt oranlarını, progresyonsuz sağkalım ve genel sağkalım sürelerini belirlemeyi amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Medikal Onkoloji BD’na 2005-2010 yılları arasında başvuran, evre IV KHDAK tanılı 300 hasta alınmıştır. Hastaların dosyaları retrospektif olarak taranarak hastaların demografik özellikleri, sigara içme durumu, tümör tipi, birinci seride uygulanan kemoterapi tipi, tedavi yanıt oranları, progresyona kadar geçen zaman ve genel sağkalım süreleri belirlendi.
BULGULAR: Birinci seri kemoterapi sonrası progresyona kadar geçen süre ortalama 5 hafta (GA: 4.5-5.5 ) olarak saptandı.
Tüm histopatolojik tipler açısından progresyona kadar geçen süreler değerlendirildiğinde birinci seride kullanılan 5 temel ilaç grubu arasında sadece sisplatin-dosetaksel kombinasyonu ile sisplatin-gemsitabin kombinasyonu arasındaki fark istatistiksel olarak anlamlı bulundu (p=0.03).
Skuamöz hücreli karsinomlarda birinci seride kullanılan 5 ana ilaç grubu arasında progresyona kadar geçen süre açısından istatistiksel olarak anlamlı bir fark saptanmadı.
Adenokarsinom alt tipi için birinci seride kullanılan 5 ana ilaç grubu arasında progresyona kadar geçen süre açısından bakıldığında sadece sisplatin-dosetaksel ve sisplatin- gemsitabin kombinasyonu arasında sisplatin – dosetaksel lehine istatistiksel olarak anlamlı bir üstünlük saptandı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Günümüzde Evre 4 KHDAK tedavisinde moleküler testleri değerlendirmekteyiz. Eğer EGFR, ALK ve ROS 1 mutasyonu yoksa sistemik sitotoksik kemoterapi rejimlerini kullanmaktayız. Bu rejimler de platin bazlı rejimler olmaktadır. Platin yanına ilk basamakta verilecek ajanların progresyona kadar geçen süre göz önüne alındığında skuamöz hücreli kanserde rejimler arasında bir fark saptanmamıştır. Adenokarsinomda ise sisplatin – dosetaksel kombinasyonu daha etkin saptanmıştır.
INTRODUCTION: Lung cancer is the leading cause of cancer-related death in both men and women. If there is no EGFR, ALK and ROS1 mutation in patients with metastatic NSCLC (non-small cell lung cancer), the standard treatment is a platinum-based combination regimen. The choice of agent combined with platinum is generally determined by considering the toxicity profile of the drug and the tolerance of the patient. In this study, we aimed to determine the response rates, progression-free survival and overall survival in patients with metastatic NSCLC with first-line systemic chemotherapy according to different histological subtypes.
METHODS: The files of totally 300 patients 62 of whom were female and followed with the diagnosis of Stage IV Non-Small Cell Lung Cancer in the Clinic of Medical Oncology of Cerrahpaşa Medical Faculty were investigated retrospectively between 2005 and 2010. Types of first line chemotherapy, the number of cures, treatment response rates, time to progression and overall survival times were determined.
RESULTS: Median time to progression after first line chemotherapy for all the cases was detected as 5 weeks. In the cases with squamous cell cancer, no significant superiority was detected in terms of time to progression with different regimens. In the cases with adenocarcinoma, Cisplatin-Docetaxel combination was found to provide a significant superiority to the Cisplatin-Gemcitabine combination in terms of time to progression.
DISCUSSION AND CONCLUSION: We are currently evaluating molecular tests for the treatment of stage 4 NSCLC. If there is no EGFR, ALK and ROS 1 mutation, we use systemic cytotoxic chemotherapy regimens. These regimens are platinum-based. There was no difference between the regimens in squamous cell carcinoma when the time to progression of the agents to be given to platinum first step was taken into consideration. Cisplatin - docetaxel combination was found to be more effective in adenocarcinoma.

16.Allogeneic Stem Cell Transplantation in Relapsing Multipl Myeloma after Autologous Stem Cell Transplantation: Single Center Experience
Mehmet Bakırtaş, Bahar Uncu Ulu, Semih Başcı, Tuğçe Nur Yiğenoğlu, Jale Yıldız, Alparslan Merdin, Derya Şahin, Tahir Darçın, Dicle İskender, Merih Kızıl Çakar, Mehmet Sinan Dal, Fevzi Altuntas
doi: 10.5505/aot.2020.75769  Pages 108 - 112
GİRİŞ ve AMAÇ: Yeni ajanlar döneminde tedavi edilen multipl myelom (MM) hastalarında, bu ajanlara hiç maruz kalmamış hastalarla karşılaştırıldığında nüksten itibaren genel sağkalımda (OS) iyileşme gözlenmiştir. Bununla birlikte, yeni ajanlar kullanılsa dahi bazı hastalarda zamanla direnç gelişir ve tekrarlayan nüksler yaşanmaya devam eder. Allojenik kök hücre nakli (AKHN), yüksek riskli sitogenetik özellik taşıyan ve otolog kök hücre nakli (OKHN) sonrası erken dönemde nüks olan fit hastalar için potansiyel küratif seçenek oluşturur.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Aralık 2009-Aralık 2017 yılları arasında indüksiyon tedavisinde en az bir yeni ajan alan, OKHN sonrası nüks eden ve AKHN yapılan 9 hastanın verileri geriye dönük olarak analiz edildi.
BULGULAR: Tüm hastalarda AKHN sırasında medyan yaş 42 (aralık 25-56 yaş), AKHN sonrası medyan takip süresi 31.5 ay idi. Tüm hastalarda nakil sonrası OS 27 ay ve progresyonsuz sağkalım (PFS) 15 ay bulundu. Fludarabin-busulfan verilen hastalarda medyan PFS 18 ay, OS 69 ay; siklofosfamid-total vücut ışınlaması (TBI) verilen hastalarda medyan PFS 4 ay, OS 6 ay saptandı. Transplant ilişkili mortalite (TRM) %11 olarak saptandı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Yüksek risk özellikleri taşıyan MM hastalarında kemoterapiye refrakter ya da OKHN sonrası relaps durumlarda AKHN tedavi seçeneği olarak düşünülebilir. Yeni tanı veya standart riskli relaps refrakter MM hastalarında standart yaklaşım olarak düşünülmemelidir.
INTRODUCTION: In the era of new agents, overall survival (OS) of multiple myeloma (MM) patients have improved compared to patients who had never received these agents. However, some patients develop resistance to new agents and relapse over time. Allogeneic stem cell transplantation (allo-SCT) is a potential curative option for fit patients with high-risk cytogenetic features and in patients who relapse early after autologous stem cell transplantation (ASCT).
METHODS: The data of 9 MM patients who received at least one novel agent during induction treatment and underwent allo-SCT after relapse following ASCT between December 2009 and December 2017 were analyzed retrospectively.
RESULTS: The median age at the time of allo-SCT was 42 years (range 25-56 years) in all patients, and the median follow-up period was 31.5 months. Median OS after allo-SCT was 27 months and median progression free survival (PFS) was 15 months in all patients. Median PFS was 18 months and OS was 69 months in patients who received fludarabine-busulfan and median PFS was 4 months, OS was 6 months in patients who received cyclophosphamide-total body irradiation (TBI). Transplant-related mortality (TRM) was 11%.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Allo-SCT may be considered as a treatment option after relapse following ASCT in MM patients with high risk characteristics. Allo-SCT should not be considered in initial treatment or in relapse refractory MM patients with standard risk.

17.Stem Cell Transplantation and Medical Tourism at Ankara Oncology Training and Research Hospital
Derya Şahin, Tuğçe Nur Yiğenoğlu, Semih Başcı, Bahar Uncu Ulu, Tahir Darçın, Mehmet Bakırtaş, Jale Yıldız, Alparslan Merdin, Dicle İskender, Merih Kızıl Çakar, Mehmet Sinan Dal, Fevzi Altuntaş
doi: 10.5505/aot.2020.27167  Pages 113 - 116
GİRİŞ ve AMAÇ: Medikal turist tanımı çeşitli tıbbi tedavi türlerini almak için uluslararası sınırlar arasında seyahat etmeyi seçen demektir. Hizmetin kalitesi ve kullanılabilirliği, tıp turizmi davranışının yanı sıra ekonomik ve kültürel faktörleri de etkiler. Birçok ülke, medikal turizm tarafından sağlanan fırsatlardan yararlanmanın yollarını araştırmaya başladı. Ülkemizde sağlık turizmi hastaları genellikle özel hastanelerde tedavi edilmektedir. Sağlık turizmi hastalarının devlet hastanelerinde kabulü, ülke ekonomisine katkıda bulunacaktır. Bu çalışmanın amacı, hastanemiz hematoloji kliniğinin kemik iliği naklinde sağlık turizmi potansiyeline dikkat çekmek.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Ankara Onkoloji Hastanesi'nde 2009-2019 yılları arasında sağlık turizmi ve iki taraflı anlaşma kapsamında yapılan kemik iliği nakillerinin sayısal analizi yapıldı.
BULGULAR: Geçtiğimiz on yılda merkezimizde 33 hastada otolog transplantasyon, 37 hastada allojeneik kemik iliği transplantasyonu yapıldı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Tecrübeli kemik iliği nakil merkezlerinde sağlık turizmi, yakındaki coğrafyadaki ülkelerden hastaları çekerek ülke ekonomisine katkıda bulunabilir.
INTRODUCTION: Medical tourists select to travel across international borders to receive various kinds of medical treatment. The quality and availability of the service also affects the behavior of medical tourism, as well as economic and cultural factors. Many countries started to investigate the ways to benefit from the opportunities provided by the medical tourism. In our country, health tourism patients are generally treated in private hospitals. The acceptance of health tourism patients in public hospitals will contribute to the national economy. The aim of this study is to draw attention to the health tourism potential of bone marrow transplantation of our hematology clinic.
METHODS: Quantitative analysis of bone marrow transplants performed in Ankara Oncology Hospital between 2009-2019 under the scope of health tourism and bilateral agreement was performed.
RESULTS: In the last decade, 33 patients underwent autologous transplantation and 37 patients underwent allogenic bone marrow transplantation in our clinic.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Health tourism in experienced bone marrow transplant centers can contribute to the country's economy by attracting patients from countries in the nearby geography.

18.Neuroendocrine breast tumors: our experiences and a review of the literature
Ezgi Altinsoy, Serdar Culcu, Ferit Aydin
doi: 10.5505/aot.2020.02360  Pages 117 - 122
GİRİŞ ve AMAÇ: Meme kanseri dünyada en sık görülen ikinci kanser türüdür. Meme kanserinin en sık görülen tipi invaziv duktal karsinomdur. Memenin nöroendokrin differansiasyon gösteren tümörleri ise daha nadir görülür ve 2003’ten itibaren Dünya Sağlık Örgütü nöroendokrin diferansiyasyon gösteren meme kanserlerini sınıflamaya sokmuştur. Farklı serilerde farklı oranlar bildirilmiştir. Bu yazımızda kliniğimizde son 4 yıl içerisinde nöroendokrin meme kanseri tanısı alan 21 hastamızı sunduk.

YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışmada Dr. Abdurrahman Yurtaslan Ankara Onkoloji Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde 2015-2019 yılları arasındaki 4 yıllık sürede nöroendokrin differansiasyon gösteren meme kanseri tanısı alıp, opere edilen 21 hasta değerlendirildi.
BULGULAR: Kliniğimizde 2016-2019 yılları arasında 1015 hastaya meme kanseri tanısı kondu ve bunların 21’i nöroendokrin meme kanseri tanısı aldı(%2.07).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Nöroendokrin meme tümörleri, sıklığı konusunda bir konsensus oluşmamış olsa da 2003’ten itibaren Dünya Sağlık Örgütü sınıflamasına girmiş bir meme kanseri türüdür. Onkolojideki son gelişmeler ve hedefe yönelik tedavi planları, tümör hücrelerinin moleküler biyolojilerinin çok önemli olduğunu göstermiştir.
INTRODUCTION: Breast cancer is the second most common cancer type in the world. The most frequent type of breast cancer is invasive ductal carcinoma. However neuroendocrine tumors of the breast are uncommon and World Health Organization(WHO) defined and classified neuroendocrine differantiated breast tumors as a different type in 2003. There are different frequency rates in literature. In this study we reported 21 patients who had been diagnosed with neuroendocrin breast cancer in our clinic between 2016 and 2019.
METHODS: In this study we reported 21 patients who had been diagnosed and operated with neuroendocrine differantiated breast cancer between 2015 and 2019 in Dr Abdurrahman Yurtaslan Training and Research Hospital.
RESULTS: 1015 patients had been diagnosed with breast cancer between 2016 and 2019 in our clinic and 21 of them%2.07) were neuroendocrine differantiated breast cancer.
DISCUSSION AND CONCLUSION: However there is not a consensus about its frequency neuroendocrine breast tumors are defined and classified by who in 2003 as a different type of breast tumor. The recent progress in technology and targeted therapies shows us the importance of defining the molecular biology of the tumor cells.

19.Prognostic significance of mucinous colorectal carcinoma
Serhat Tokgöz, Fatma Buğdaycı Başal, Selim Tamam
doi: 10.5505/aot.2020.57338  Pages 123 - 129
GİRİŞ ve AMAÇ: Müsinöz adenokarsinom kolorektal adenokanserlerin alt tipidir. Diğer müsinöz olmayan adenokanserlerden (MOA) genetik, klinik ve patolojik farklılıkları olmasına rağmen müsinöz adenokanserlerin( MA) prognostik önemi halen tartışmalıdır. Bu çalışmanın amacı kolorektal müsinöz adenokarsinomun klinikopatolojik özelliklerini ve prognostik önemini değerlendirmektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Ocak 2012 ile Aralık 2018 tarihleri arasında kliniğimizde kolon adenokanseri nedeniyle opere edilen 413 hastanın verileri incelendi. Analizlerde yaş, cinsiyet, lokasyon, tümör büyüklüğü, invazyon derinliği, lenf nodu metastazı, uzak metastaz varlığı, operasyon yöntemi ve aciliyeti, perinöral ve lenfovasküler invazyon varlığı, müsinöz histoloji varlığı prognostik faktör olarak incelendi.
BULGULAR: Müsinöz grupta hastalık daha çok kolonda lokalize, 5 cm’den daha büyük olma eğiliminde ve invazyon derinliği daha fazla idi. Tüm grubun 3 yıllık genel sağkalımı %74, 5 yıllık sağkalımı %63 olarak saptandı. Müsinöz grupta sağkalım oranlarının daha düşük olduğu (3 yıllık genel sağkalım; MA % 58, MOA % 75 p=0.01; 5 yıllık genel sağkalım; MA % 58, MOA % 64 p=0.01) gözlendi. Tek değişkenli analizlerde tümör büyüklüğü ve cinsiyet dışında diğer tüm değişkenler anlamlı olarak fark yaratmakta idi. Çok değişkenli analizlerde yaşın 65 ve üzerinde olması, uzak metastaz varlığı, perinöral invazyon varlığı, acil opere edilmiş olması ve müsinöz histoloji varlığının prognostik özellik olduğu saptandı. (MA 33.9±3.4, MOA 58.1±1.7ay p: 0.006).
TARTIŞMA ve SONUÇ: MA’un biyolojik davranışı müsinöz olmayan adenokarsinomlara göre daha kötüdür. Kolorektal kanserlerde tedavi başarısını artırmak için kanserlerin alt tiplerine, histolojik özelliklerine ve genetik özelliklerine dayalı bireyselleştirilmiş tedavilerin ve takiplerin geliştirilmesi gerekmektedir.
INTRODUCTION: Mucinous adenocarcinoma is a subtype of colorectal adenocarcinomas. Although it differs from non-mucinous adenocarcinomas (nMA) genetically, clinically and pathologically, the prognostic significance of mucinous adenocarcinomas (MA) is controversial. The aim of this study is to evaluate the clinicopathological features and prognostical significance of colorectal mucinous adenocarcinoma.
METHODS: The datas of 413 patients that has been operated in our clinic between January 2012 and December 2018 due to adenocarcinoma of colon were scanned. In the analyses, age, sex, location, tumour size, invasion depth, lymph node metastasis, existence of distant metastasis, operation method and degree of urgency, perineural and lymphovascular invasion, mucinous histology were investigated as prognostic factors.
RESULTS: In the mucinous group, the disease was more localized in the colon, tending to be greater than 5 cm, and the depth of invasion was greater. All patients had a 3-year overall survival rate of 74% and a 5-year overall survival rate of 63%. Survival rates were lower in the mucinous group (3-year overall survival; MA 58%, nMA 75% p = 0.01; 5-year overall survival; MA 58%, nMA 64% p = 0.01). In univariate analyzes, all variables except tumor size and gender were significantly different. In multivariable analyses, it is observed that being over 65 years, distant metastasis, perineural invasion, the urgency of the operation and mucinous histology presence were related to poor prognosis. (MA 33.9±3.4, nMA 58.1±1.7 months p: 0.006)
DISCUSSION AND CONCLUSION: Biological behaviour of MA is worse than nonmucinous adenocarcinomas. It is mandatory to develop individual therapies according to subtypes, histological and genetical features of cancers in order to increase the therapeutic success in colorectal cancers.

20.Evaluation of the Relationship Between COX-2 and Ki-67 Expression and Tumor Grade and Cox-2, Ki-67 Expression in Astrocytomas
Aysun Gökce, Selda Seçkin
doi: 10.5505/aot.2020.67299  Pages 130 - 139
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmada farklı grade’deki astrositomalarda COX-2 ve Ki-67 ekspresyonu incelendi. Bu iki belirteçin grade’ler arasındaki ekspresyon farklılığı ve birbiri ile olan ilişkisi değerlendirildi
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya retrospektif olarak 20 grade II, 20 grade III, 20 grade IV astrositoma tanısı almış toplam 60 operasyon materyali dahil edildi. İmmünhistokimyasal yöntemle Ki-67 ve COX-2 çalışıldı. Verilerin analizi SPSS for Windows 11.5 paket programında yapıldı. Shapiro Wilk testi, Mann Whitney U testi, Kruskal Wallis testi, çoklu karşılaştırma testi kullanıldı.
BULGULAR: Grade II’ye göre grade III ve IV astrositomalı olgularda COX-2 boyanma yaygınlığı daha yüksek olarak bulundu (p<0.001 ve p<0.001). Grade III ile grade IV astrositomalı olgular arasında COX-2 boyanma yaygınlığı açısından anlamlı farklılık yoktu (p=0.087). Grade II’ye ve grade III’e göre grade IV’te COX-2 ile kuvvetli boyanan olgu sayısı fazla idi (p<0.001 ve p=0.030). Grade II ile grade III astrositomalı olgular arasında COX-2 boyanma yoğunluğu açısından anlamlı farklılık yoktu (p=0.198). Grade II’ye göre grade III ve grade IV tümörlerde ayrıca grade III’e göre grade IV tümörlerdeki Ki-67 indeksi daha yüksek olarak bulundu (p=0.007, p<0.001, p<0.001). COX-2 boyanması olmayan gruba ve zayıf boyanan gruba göre kuvvetli boyanan grubun Ki-67 indeksi daha yüksek olarak bulundu (p=0.004 ve p=0.004). Boyanmayan ve zayıf boyanan grup arasında Ki-67 indeksi benzerdi (p=0.096).
TARTIŞMA ve SONUÇ: COX-2 ekspresyonunun astrositomaların progresyonunda rol oynayabileceği, daha agresif tümörleri yansıtabileceği, astrositomaların tedavisinde COX-2 inhibitörlerinin mevcut tedavi protokollerine ek terapötik role sahip olabileceği, farklı grade’e sahip tümörleri birbirinden ayırt etmede Ki-67’nin kullanılabileceği düşünüldü.
INTRODUCTION: In the present study, COX-2 and Ki-67 expression were investigated in astrocytomas of different grade. Difference between the expressşon levels of these two markers and their relationship with each other were evaluated.
METHODS: A total of 60 surgical materials diagnosed as 20 grade II, 20 grade III, 20 grade IV astrocytoma retrospectively were included in the study. Ki-67 and COX-2 were studied by immunohistochemical method. Data analysis was performed using SPSS for Windows, version 11.5. Shapiro Wilk test, Mann Whitney U test, Kruskal Wallis test, and multiple comparison test were used.
RESULTS: The prevalence of COX-2 staining was higher in patients with grade III and IV astrocytoma than grade II (p <0.001 and p <0.001). There was no significant difference between grade III and IV astrocytomas in terms of COX-2 staining prevalence (p = 0.087). The number of cases stained with COX-2 in grade IV was higher than those of grade II and grade III (p <0.001 and p = 0.030). There was no significant difference between Grade II and Grade III astrocytomas in terms of COX-2 staining intensity (p = 0.198).Ki-67 index was higher in grade III and grade IV tumors compared to grade II and in grade IV tumors compared to grade III (p = 0.007, p <0.001, p <0.001). The Ki-67 index of the strongly stained group was higher than the group without COX-2 staining and weak staining group (p = 0.004 and p = 0.004). Ki-67 index was similar between unstained and poorly stained groups (p = 0.096).
DISCUSSION AND CONCLUSION: We conclude that COX-2 expression may play a role in the progression of astrocytomas, may be associated with more aggressive gliomas, and COX-2 inhibitors may have a therapeutic role in addition to the existing treatment protocols of astrocytomas, and Ki-67 immunostaining might be effective in differentiating tumors of different grades.

21.Spectrum of Variants Detected in Cancer Susceptibility Genes Analyzed in Turkish Pancreatic Cancer Patients
Taha Bahsi, Hanife Saat
doi: 10.5505/aot.2020.82574  Pages 140 - 144
GİRİŞ ve AMAÇ: Pankreas kanseri, tüm diğer kanser türleri arasında en yüksek mortalite oranına sahip olan türdür. Pankreas kanserinin 2030 yılına kadar akciğer kanserinden sonra en sık ölüme sebebiyet veren kanser türü olacağı ön görülmektedir. BRCA1, BRCA2, CDKN2A, ATM, PALB2 ve Lynch sendromu genleri pankreas kanserine yatkınlık oluşturmaktadır. Bu genlerde ki patojenik veya şüpheli varyantların bilinmesi önemlidir. Bizde çalışmamızda ailesel yatkınlık olduğu düşünülen Türk pankreas kanseri hastalarında ki varyantları araştırmayı hedefledik.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Pankreas kanseri nedeni ile başvuran ve soygeçmişinde çok sayıda kanser öyküsü bulunan 16 hastanın sonuçları retrospektif olarak incelendi. Hastalara ait DNA örnekleri yeni nesil DNA dizi analizi yöntemi ile dizilendi.
BULGULAR: Çalışma sonucunda 7 hastada hastalık sebebi olduğunu düşündüren herhangi bir değişim saptanmadı. Beş hastada klinik önemi bilinmeyen (VUS) değişim, 3 hastada patojenik ve bir hastada ise muhtemel patojenik değişim tespit edildi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışma sonrasında daha önce pankreas kanseri ile ilişkili olduğu bilinen genlerde patojenik değişimler saptadık. Özellikle BRCA2, ATM ve MEN1 geninde bulunan değişimlerin hastalıkla güçlü bir ilişkisi olduğunu düşünmekteyiz. Türk pankreas kanseri hastalarında daha önce böyle bir çalışma yapılmamış olmasının yanında yeni tespit ettiğimiz varyantların literatüre katkısı olacağını düşünüyoruz.
INTRODUCTION: Pancreatic cancer has the highest mortality among the all cancers. It is predicted that pancreatic cancer will be the most common cancer that causes death after lung cancer until 2030. BRCA1, BRCA2, CDKN2A, ATM, PALB2 and Lynch syndrome genes predispose to pancreatic cancer. It is important to know the pathogenic or VUS variants in these genes. In our study, we aimed to investigate variants in Turkish pancreatic cancer patients who are thought to have familial predisposition.
METHODS: The results of 16 patients who referred to for pancreatic cancer and had a family history of cancer history were analyzed retrospectively. DNA samples of the patients were sequenced by the next generation DNA sequence analysis method.
RESULTS: As a result of the study, no change was detected in 7 patients suggesting the cause of the disease. Five patients had unknown clinical significance (VUS) variant, three patients had pathogenic variant and one patient had likely pathogenic variant.
DISCUSSION AND CONCLUSION: In this study, we detected pathogenic variants in genes previously known to be associated with pancreatic cancer. We think that especially the variants in BRCA2, ATM and MEN1 gene have a strong relation with the pancreatic cancer. We think that in Turkish pancreatic cancer patients, such a study has not been done before and the new variants we have identified will contribute to the literature.

22.Diagnostic Utility of Microarray Testing in Chromosome Five Associated Disorders
Haktan Bagis Erdem, Ahmet Cevdet Ceylan
doi: 10.5505/aot.2020.68926  Pages 145 - 150
GİRİŞ ve AMAÇ: Kromozomal boyutta 50 bazdan daha büyük alanı kaplayan değişikliklere kopya sayısı değişikliği (copy number variation – CNV) adı verilmektedir. Beşinci kromozom, üzerinde yerleşik genlerin fonksiyonu itibariyle farklı fenotiplerin gelişimine açık ve diğer kromozomal lokasyonlara nazaran patojenik değişikliklerin daha sık görüldüğü bir alandır. Makalemizde, bu antiteyi desteklemek amacıyla mikrodizin analizlerinde tespit edilen, beşinci kromozomda yerleşik patojenik CNV’lerin sebep olduğu bir Sotos sendromu, bir CCT5 geni ilişkili nöropati ve üç 5q14 mikrodelesyonu bildirilmiştir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Mikrodizin çalışmaları, Affimetrix® Cytoscan Optima çipleri ile yapılıp, hasta verileri Chromosome Analysis Suite (ChAS) 3.1 Thermo Fisher Scientific® programı yardımıyla analiz edildi.
BULGULAR: Vaka 1, vaka 2 ve vaka 3’de, delesyonlu alanların kapsamı değişken olmakla birlikte, 5q14.3 mikrodelesyonu tespit edilmiştir. Vaka 4, NSD1 gen delesyonu ile Sotos sendromu tanısı almıştır (arr[GHCR38]5q35.2q35.3(176144147_177716919)x1). Vaka 5’in temel bulgusu kas güçsüzlüğü ve bununla ilişkili olarak EMG’de nöropati ile uyumlu denervasyon bulguları olup, mikrodizin analizinde CCT5 geninin delesyonu klinikle ilişkilendirilmiştir (arr[GRCh38]5p15.2(10236581_10253807)x1) (Tablo 1).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Mikrodizin analizinin bu algoritmadaki yeri ve limitasyonları; sunulan vakalardaki literatürdeki yeni bulgularla beraber tartışılmıştır. Özellikle beşinci kromozomda yerleşik genlerde görülen CNV’lerin OMIM fenotipleri ile yoğun ilişkisi bu bölgeye ait hastalıkların tanısında mikrodizin analizinin önceliğini ön plana çıkarmıştır.
INTRODUCTION: Chromosomal rearrangements that cover more than 50 bases are called copy number variation (CNV). The fifth chromosome is a position, open to the development of different phenotypes in terms of the function of the genes located on it, and pathogenic changes are more common than other chromosomal locations. To support this entity, we reported a Sotos syndrome, a CCT5 gene-related neuropathy, and three 5q14 microdeletions, detected by microarray analysis, caused by pathogenic CNVs located on the fifth chromosome.
METHODS: Microarray analysis were performed with Affimetrix® Cytoscan Optima chips and patient data were analyzed with the help of Chromosome Analysis Suite (ChAS) 3.1 Thermo Fisher Scientific® program.
RESULTS: Although the scope of deletion areas in case 1, case 2 and case 3 is variable, 5q14.3 microdeletion was detected. Case 4 was diagnosed with Sotos syndrome by deletion involving the NSD1 gene (arr [GHCR38] 5q35.2q35.3 (176144147_177716919) x1). The main finding of Case 5 is muscle weakness and denervation findings in EMG compatible with neuropathy, and in the microarray analysis, deletion of the CCT5 gene has been clinically associated (arr [GRCh38] 5p15.2 (10236581_10253807) x1) (Table 1).
DISCUSSION AND CONCLUSION: The importance and limitations of microarray analysis in this algorithm have been discussed along with new findings in the literature in the presented cases. CNVs, especially in the genes located in the fifth chromosome, have a strong relationship with OMIM phenotypes, highlighting the priority of microarray analysis in the diagnosis of diseases belonging to this region.

CASE REPORT
23.A Rare Case of Rectal Cancer With Endometrial Metastasis: A Case Report
Sinem Ipor, Onur Esbah, Sinem Kantarcıoğlu Coşkun
doi: 10.5505/aot.2020.55822  Pages 151 - 154
Giriş: Kolorektal kanser (KRK) insidans ve kansere bağlı mortalitede tüm dünyada 3. sırada yer almaktadır. Biz bu olgu ile literatürde nadir olan, endometriyum metastazlı rektum kanseri vakasını sunmayı amaçladık.
Olgu sunumu: 62 yaşında kadın hasta 2014 yılı Ekim ayında rektal kanama şikâyeti ile dış merkeze başvurduğunda yapılan kolonoskopisinde lümeni tama yakın dolduran ülserovejetan kitle tespit edilmiş ve biyopsi alınmıştı. Biyopsi patolojisi adenokarsinom ile uyumlu olarak raporlanmış ve hastaya rektum kanseri tanısı ile low anterior rezeksiyon ameliyatı yapılmıştı. Hastanın adjuvan tedavisi tamamlanmasının ardından takibinin devamı için devir alınmıştı. 3 ay aralıklarla takibi yapılan hastanın kontrol tomografilerinde akciğer nodüllerinde RECIST kriterlerine göre %20’nin üzerinde boyut artışı görülmesinden dolayı pozitron emisyon tomografisi (PET/CT) çekildi. PET/CT de akciğerdeki noduler lezyonlarda ve uterus korpusu içerisinde hipermetabolik odaklar tespit edildi. Hastaya akciğer nodüllerinden ve endometriyumdan biyopsi yapıldı. Hastanın yapılan akciğer tru-cut biyopsisi ve endometriyum küretaj biyopsisi metastatik adenokarsinom ( gastrointestinal sistem-kolon ile uyumlu) olarak raporlandı.
Tartışma: KRK'lı hastaların yaklaşık % 20'sinde tanı anında uzak metastaz mevcuttur. Genel olarak, KRK’lar bölgesel lenf nodlarına, karaciğere, akciğere ve daha az sıklıkla kemik, beyin ve periton boşluğuna metastaz yapar. Çoğunlukla düz kas dokusundan oluşan uterus, nadiren ekstragenital kanserlerin metastatik bölgesi olarak tanımlanmaktadır. KRK’ların ise endometriyum metastazı gelişen vakaları literatürde sınırlı sayıda mevcuttur. Biz bu vakayı hem nadir görülmesi hem de metastatik tümörler ile uterusun primer tümörlerinin ayırıcı tanısının önemli olması nedeni ile vurguladık.
Background: Colorectal cancer (CRC) is ranked third in the world in incidence and cancer-related mortality. In this case report, we aimed to present a case of rectum cancer with endometrial metastasis which is rare in the literatüre.
Case report: On October, 2014; a 62-year-old woman was admitted to outer clinic with a complaint of rectal bleeding. In the colonoscopy, an ulcerovegetan mass was detected and biopsied. Biopsy pathology was reported as adenocarcinoma and the patient underwent a low anterior resection due to diagnosis of rectal cancer. The adjuvant therapy of the patient was completed and the patient was transferred to our clinic for follow-up. After adjuvant therapy, PET/CT examination was performed due to the fact that the sizes of nodules showed 20% increase according to RECIST criteria by thoracic tomography performed three months intervals. In PET / CT, hipermetabolic foci were detected in nodular lesions in the lung and within the uterine corpus. The patient's lung tru-cut biopsy and biopsy of the endometrial cavity was reported adenocarcinoma.
Conclusion: Approximately 20% of patients with CRC have distant metastasis at the time of diagnosis. In general, CRCs metastasize to regional lymph nodes, liver, lung, and less frequently to the bone, brain, and peritoneal cavity. The uterus, which is mostly composed of smooth muscle tissue, is rarely described as the metastatic region of extragenital cancers. Endometrium metastases of CRCs are cases in a limited number in the literature. We emphasize this case because of its rarity and beacuse of importance of differatial diagnosis of primary and metastatic tumors of the uterus.

24.Rare side effect of Hookah Smoking; Carbon Monoxide Poisoning
Ömer Canpolat
doi: 10.5505/aot.2020.70188  Pages 155 - 157
Bir Nargile İçimi İle Gelişen Nadir Görülen Karbon Monoksit Zehirlenmesi: Vaka Sunumu

Özellikle kış aylarında ülkemizde karbonmonoksit (CO) ile zehirlenme en ölümcül olan çok önemli bir morbidite nedenidir. Taburcu olanlarında yaklaşık %50-75’inde nörolojik veya psikiyatrik sekeller bırakmaktadır. Ülkemiz şartlarında CO ile zehirlenmesi olan her hastanın hiperbarik oksijen tedavisi yapılan bir merkeze sevki mümkün olmamaktadır. CO zehirlenmesi olan hastalar %100 oksijen veya hiperbarik oksijen ile tedavi edilebilir. Bu vakamızda da olduğu gibi destek tedavinin iyi yapılması hayat kurtarıcıdır.
Nargile son dönemlerde gençler tarafından yaygın olarak kullanılmaktadır. Nargile içicilerinde CO intoksikasyonu nadir izlenir. Bu sunumda, 19 yaşında olan ve nargile içimi sonrasında CO intoksikasyonu sonucu bayılma ve hipotansiyon ile 112 acil servis tarafından acil servise getirilen erkek hasta sunulmuştur. Acil servise baygın halde112 acil servis tarafından getirilen hastanın Karboksihemoglobin seviyesi %43 olarak ölçülmüştür. Acil servise başvuran bayılma, bilinç bulanıklığı, yorgunluk, halsizlik gibi nonspesifik şikayetler ile gelen özellikle genç hastalarda nargile kullanımı ve duman maruziyeti derinlemesine sorgulanmalı ve CO intoksikasyonu konusunda uyanık olunmalıdır.
Rare side effect of Hookah Smoking; Carbon Monoxide Poisoning: Case Report
Carbon monoxide poisoning is a very important cause of morbidity, especially in winter at our country. Approximately 50-75% of those discharged leave neurological or psychiatric sequelae. In our country, it is not possible to refer every patient with carbon monoxide poisoning to a center where hyperbaric oxygen treatment is performed. Patients with carbon monoxide poisoning can be treated with 100% oxygen or hyperbaric oxygen. As in this case, good supportive treatment is life-saving.
Hookah is widely smoked among young people in recent years. Carbon monoxide (CO) intoxication is rare in hookah smokers. In this report, we present a 19-year-old male patient who was brought to the emergency department by 112 emergency with fainting and hypotension following CO intoxication after smoking a hookah. patient's carboxyhemoglobin level was detected 43% at admission. The use of hookah and smoke exposure should be questioned in depth ın terms of carbon monoxide (CO) intoxication, especially in young patients presenting with nonspecific complaints such as fainting, blurred consciousness, fatigue, weakness, and vigilance.

25.Skin necrosis after cytoreductive surgery and hyperthermic intraperitoneal chemotherapy: A case report
Eda Güner, Serdar Culcu, Ferit Aydin
doi: 10.5505/aot.2020.41275  Pages 158 - 161
Peritoneal karsinomatozisi olan seçilmiş hasta grubunda sitoreduktif cerrahi ve hipertermik intraperitoneal kemoterapi oldukça etkili bir tedavi metodudur. Bu strateji pseudomiksoma peritonei, peritoneal mezotelyoma gibi hastalıklarda uzun dönem sonuçları oldukça iyidir. Overin epitelyal tümörlerine, koleraktal kanserlerin peritoneal metastazlarında da faydalı olduğunu gösteren çalışmalar mevcuttur. Bir çok iyi sonucunun yanında sitoreduktif cerrahi ve hipertermik intraperitoneal kemoterapinin mortalitesi ve morbiditesi oldukça yüksektir. Bu makalemizde sitoreduktif cerrahi ve hipertermik kemoterapi sonrası gelişen oldukça nadir görülen cilt nekrozu komplikasyonunu sunduk.
Cytoreductive surgery and hyperthermic intraperitoneal chemotherapy is a very effective treatment combination in selected patients with peritoneal carcinomatosis. This protocol has good long-term results in diseases such as pseudomyxoma peritonei and peritoneal mesothelioma. There are also studies that show the benefits of cytoreductive surgery and hyperthermic intraperitoneal chemotherapy in ovarian epithelial tumors and peritoneal metastasis of colorectal cancers. However mortality and morbidity rates of cytoreductive surgery and hyperthermic intraperitoneal chemotherapy are high. In this report, we presented a very rare case, skin necrosis that occured after cytoreductive surgery and hyperthermic intraperitoneal chemotherapy.

26.The Importance and Side Effects of Radiotherapy For Diffuse Pigmented Villonodular Synovitis; Case Reports and Literature Review
Gulhan Guler Avcı
doi: 10.5505/aot.2020.42744  Pages 162 - 165
Pigmente villonodüler sinovit (PVNS) nadir görülen, sinoviyal eklemleri/membranı tutan iyi davranışlı bir hastalıktır. En sık diz ekleminde görülür ve standart tedavisi cerrahidir. Diffüz PVNS' de tek başına cerrahi ile yüksek lokal yineleme oranları vardır. Literatürde bildirilen küçük olgu serilerine göre cerrahiye radyoterapi (RT)'nin eklenmesi ile lokal kontrol artmaktadır. Biz de bu yazıda cerrahi sonrası RT uyguladığımız iki diffüz PVNS olgusunu ve ilgili literatürü sunmaktayız. Diz ağrısı ve şişlik şikayeti ile hastanemize başvuran iki kadın olguda yapılan manyetik rezonans görüntüleme (MRG)’de diz eklemlerinde solid kitle görüntüsü izlendi. Radyolojik olarak PVNS düşünülen olgular total sinovektomiye gitti. İki diffüz PVNS olgusuna da şüpheli cerrahı sınır nedeni ile postoperatif 32 ve 36 Gy RT uygulandı. Otuz bir ve 32 aylık takipte her iki olguda da lokal yineleme görülmedi. Akut yan etki gözlenmezken, bir olguda RT'nin geç komplikasyonu olarak artiküler effüzyon ve peripatellar ağrı gözlendi. Sonuç olarak RT, diffüz PVNS 'de lokal yinelemeyi önleyen ve daha ileri olgularda ekstremite koruyucu yaklaşımlara olanak sağlayan etkili ve güvenilir tedavi seçeneği olabilir.
Pigmented villonodular synovitis (PVNS) is a rare, well-behaved disease involving the synovial membrane and joints. Diffuse PVNS has high recurrence rate with surgery alone. We aimed to present the results and side effects of radiotherapy (RT) in two cases with PVNS in the light of literature. Two female patients were admitted to our hospital with pain and swelling on their right knees. Magnetic resonance imaging (MRI) showed a solid mass in the knee joints. Patients who were thought to have PVNS radiologically, underwent total synovectomy. Patients with diffuse PVNS received postoperative 32 and 36 Gy RT on account of uncertain surgical margin status. No acute side effects related to radiotherapy were observed in the both cases. In one case, one year after radiotherapy, the articular effusion and peripatellar pain evolved as a late complication. There were no local recurrence at 31 and 32 months follow-up. As a result, radiotherapy is a safe and effective treatment option for preventing recurrence of diffuse PVNS and provides protection of extremities in very advanced cases. However, more studies with long-term follow-up are needed.

ORIGINAL ARTICLE
27.In vitro Application of Cadmium within Bone Cement in Osteosarcoma
Nihat Demirhan Demirkiran, Pinar Ayşe Erçetin, Melek Aydın, Ömer Bekçioğlu, Hasan Havitcioğlu, Safiye Aktaş
doi: 10.5505/aot.2020.43760  Pages 166 - 172
GİRİŞ ve AMAÇ: Amaç: Osteosarkom genelde çocukluk ve genç erişkin yaşlarda görülmekte ve çok agresif seyretmektedir. Tedavide ekstremite koruyucu cerrahi ve kemoterapi yöntemleri ile büyük başarılar sağlanmıştır, ancak mikroskobik düzeyde kalabilen rezidü tümörler rekürrens olasılığını arttırmaktadır. Bu çalışmada kadmiyumun sement ile birlikte in vitro uygulanabilirliğini değerlendirilmesi ve cerrahi sonrası lokal uygulanarak rezidü tümör ve rekürrens olasılığını önlemedeki etkinliği için ön bulguların değerlendirilmesi amaçlanmıştır.

YÖNTEM ve GEREÇLER: Gereç ve Yöntem: MG-63 ve K7M2 osteosarkom hücre hatları dört gruba ayrılarak ilk gruba kadmiyumun dondurulmuş kemik çimentosuna emdirilmiş hali; ikinci gruba ise kadmiyumun toz haldeki çimentoya eklendikten sonra karıştırılarak hazırlanmış şekli artan sayılarda hücre hatlarına uygulanmıştır. Sadece kadmiyum çözeltisinin uygulandığı ve kadmiyum eklenmeden standart şekilde hazırlanan kemik çimentosunun uygulandığı hücre hatlarındaki canlılık yüzdeleri ile WST-1 yöntemi kullanılarak karşılaştırılmıştır.

BULGULAR: Bulgular: Kadmiyum eklenip karıştırılarak hazırlanan çimentonun uygulandığı grupta; donmuş çimentoya emdirilerek uygulandığı gruptan daha yüksek sitotoksik etki tespit edildi. Tek başına kadmiyum uygulandığında ise 5 ve 10 kat seyreltmeler çalışmadaki en yüksek anti-proliferatif etkiyi gösterdi (%25 ve %42 canlılık). Sementin kadmiyumsuz uygulandığı grupta ise %80’lere ulaşan en yüksek oranda canlılık gözlendi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Sonuç: Bu çalışma ile kadmiyumun dondurulmuş çimento içerisine emdirilerek ya da çimento hazırlığı sırasında kemik çimentosuna eklenmesi ile uygulanabileceği ve her iki şekilde de Osteosarkom hücreleri üzerine sitotoksik etkiye sahip olduğu gösterilmiştir.


INTRODUCTION: Objective: Osteosarcoma is usually seen in childhood and young adults and presents itself very aggressive. Great treatment success with limb-sparing surgery and chemotherapy are provided, but the residue tumor cells that remains at the microscopic level are increasing the likelihood of tumor recurrence. The aim of this study was to evaluate the in vitro applicability of cadmium with cement and to evaluate the preliminary findings for its effectiveness in preventing the possibility of residual tumor and recurrence by local application after surgery.

METHODS: Materials and Methods: The MG-63 and K7M2 osteosarcoma cell lines were divided into four groups. The first group included application of bone cement which absorbed cadmium after preparation. The second group of bone cements were prepared with adding cadmium into powdered bone cement was applied to the cell lines in increasing numbers. The percentages of viability in cell lines were evaluated using WST-1 method and compared with bone cement prepared in the standard manner without adding cadmium and application of cadmium solution into cell lines.
RESULTS: Results: In the second group where the cement was prepared by adding cadmium before bone cement mixing; higher cytotoxic effect was detected than the first group which consisted of bone cement which absorbed cadmium after cement preparation. When cadmium solution without bone cement was applied, 5 and 10-fold dilutions showed the highest anti-proliferative effect in the study (25% and 42% viability). In the group where bone cement without any cadmium was applied, the highest rate of viability was observed reaching up to %80.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Conclusion: This study has shown that bone cement either prepared with cadmium or absorbed cadmium after preparation; may be administered as an adjuvant therapy and both have cytotoxic effects upon osteosarcoma

28.Cytotoxic Effects Of N-(4-Chlorophenyl)-1H-Indole-2-Carboxamide On Bone Cancer Cells
Medine Taşdemir, Mete Emir Özgürses, Hakan Darıcı, Nazlı Ece Ordueri
doi: 10.5505/aot.2020.20591  Pages 173 - 180
GİRİŞ ve AMAÇ: Osteosarkom, mezenkimal dokulardan türetilmiş, yüksek maligniteli yaygın bir tümördür. Osteosarkom genellikle ergenlerde görülür ve büyüme hızlıdır, metastaz ve mortalite oranları yüksektir ve prognozu zayıftır. Kemoterapötik tedavilere cevap verilmemesi, yeni terapötik yöntemlerin araştırılmasının önemini gösterir. N-(4-klorofenil)-1H-indol-2-karboksamid, etkili antioksidan özellikler gösteren, aynı zamanda tirozin kinaz hedefleri üzerinde etkisi olan ümit verici bir terapötik ajandir. Bu bağlamda çalışmamızda, N- (4-Klorofenil) -1 H-İndol-2-Karboksamid'in Saos-2 osteosarkom hücre hattının proliferasyon, apoptoz ve hücre iskeleti üzerindeki etkilerini araştırdık. N- (4-klorofenil) -1 H-indol-2-karboksamidin sitotoksik etkilerini, osteosarkom hücrelerine dayanarak zamana bağlı olarak imatinib mesilatın farmakolojik dozlarını doğrulayarak değerlendirdik.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışmada, N- (4-klorofenil) -1 H-indol-2-karboksamid ve Imatinib mesilat dozlarının osteosarkom Saos-2 hücrelerinin hücre canlılığı üzerindeki etkileri MTT tahlili kullanılarak gerçekleştirildi. Ezrin ekspresyon seviyeleri immünofloresan boyama ile incelendi.
BULGULAR: Antiproliferatif aktivitenin sonuçları, N- (4-klorofenil) -1 H-indol-2-karboksamidin, Saos-2 hücrelerinin hücre proliferasyonunu doza ve zamana bağlı bir şekilde inhibe ettiğini gösterdi. Daha düşük dozlarda N-(4-klorofenil)-1H-indol-2-karboksamidin bile, imatinib mesilat farmakolojik dozlarıyla karşılaştırıldığında osteosarkom hücre dizileri üzerinde etkili olduğunu bulduk.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu çalışmada ilk kez yeni sentezlenen indol türevi molekülü N-(4-klorofenil)-1H-indol-2-karboksamidin in vitro osteosarkom hücre hattında direnç açısından değerlendirildi. Tüm bu sonuçlar, N-(4-Klorofenil)-1H-İndol-2-Karboksamidin osteosarkom büyümesini ve metastazı inhibe etmek için potansiyel bir terapötik ajan olarak geliştirilebileceğini gösterdi.
INTRODUCTION: Osteosarcoma is a common tumor of high malignancy, usually derived from mesenchymal tissues. The lack of response to chemotherapeutic treatments indicates the importance of investigating new therapeutic methods. Indole, which is known to inhibit proliferation on cancer cells, is new synthesized as a derivative of this molecule of N- (4-chlorophenyl) -lH-indole-2-carboxamide, has an effect on osteosarcoma cell line. We evaluated the cytotoxic effects of N- (4-chlorophenyl) -1H-indole-2-carboxamide by verification of pharmacological doses of imatinib mesylate based on time on osteosarcoma cells.
METHODS: : In the present study, the effects of N-(4-chlorophenyl)-1H-indole-2-carboxamide and Imatinib mesylate doses on cell viability of osteosarcoma Saos-2 cells were conducted using MTT assay. Ezrin expression levels was examined by immunofluorescence staining.
RESULTS: The results of the antiproliferative activity showed that N- (4-chlorophenyl) -1 H-indole-2-carboxamide inhibited cell proliferation of Saos-2 cells in a dose- and time-dependent manner. We found that even lower doses of N- (4-chlorophenyl) -1H-indole-2-carboxamide was effective on osteosarcoma cell lines when we compared with imatinib mesylate pharmacological doses.
DISCUSSION AND CONCLUSION: In this study, for the first time the newly synthesized indole derivative molecule, N- (4-chlorophenyl) -1 H-indole-2-carboxamide was evaluated for resistance in vitro Saos-2 cell line. All these results showed that N- (4-Chlorophenyl) -1 H-Indole-2-Carboxamide can be developed as a potential therapeutic agent for inhibiting osteosarcoma growth and metastasis

29.Effects of intraperitoneal administration of simvastatin on collagen deposition, inflammation level and wound tension in an experimental incisional wound model
Ömer Arda Çetinkaya, Süleyman Utku Çelik, Nesrin Hasırcı, Mehmet Gürel
doi: 10.5505/aot.2020.16768  Pages 181 - 188
GİRİŞ ve AMAÇ: Yara iyileşmesi tüm cerrahi işlemlerin önemli bir bileşenidir. Bu çalışmada, deneysel bir yara iyileşme modelinde intraperitoneal simvastatin uygulanmasının kollajen birikimi, inflamasyon seviyesi ve yara gerilimi üzerindeki etkilerini araştırmayı amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışma üç gruba ayrılmış toplam 36 rat üzerinde gerçekleştirildi. Karın duvarı orta hat kesisinin primer onarımı yara iyileşme modeli olarak belirlendi. Grup 1’e yüksek doz (5 mg/kg/gün) simvastatin, grup 2’ye düşük doz (1 mg/kg/gün) simvastatin, grup 3’e ise plasebo solüsyon preoperatif 14 gün boyunca intraperitoneal olarak uygulandı. Ratlar yara gerilme kuvveti, kollajen birikimi ve inflamasyon skorları açısından karşılaştırıldı.
BULGULAR: Yüksek doz simvastatin grubundaki ortalama yara gerilme kuvveti, diğer ratlarınkinden düşük bulunmasına rağmen; gruplar arasında anlamlı bir fark saptanmadı (p=0,058). Tip I ve tip III kollajen seviyesi açısından gruplar arasında istatistiksel olarak anlamlı farklılık olduğu görüldü (sırasıyla; p = 0,011 ve p = 0,002). Çoklu karşılaştırma için yapılan post-hoc testleri sonucunda tip I kollajen seviyesi yüksek doz simvastatin grubunda kontrol grubuna göre anlamlı oranda yüksek bulunurken (2,18 ± 0,75’e karşı 1,25 ± 0,45; p = 0,006); tip III kollajen seviyesi hem yüksek doz hem de düşük doz simvastatin grubunda kontrol grubuna göre istatistiksel olarak anlamlı şekilde daha yüksek bulundu (sırasıyla; 2,27 ± 0,78’e karşı 1,16 ± 0,38, p = 0,002 ve 1,90 ± 0,70’e karşı 1,16 ± 0,38, p = 0,015). Ancak inflamasyon skorları gruplar arasında anlamlı farklılık göstermedi (p= 0,186).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Her ne kadar yüksek doz simvastatin, tip I ve tip III kollajen seviyelerini anlamlı derecede arttırmış olsa da; üç grup arasında yara gerilme kuvveti ve inflamasyon skoru açısından anlamlı farklılık olmadığı görüldü.
INTRODUCTION: Wound healing is an important component of all surgical operations. In this study, we aimed to investigate the effects of intraperitoneal administration of simvastatin on collagen deposition, inflammation level, and wound tension in an experimental wound healing model.
METHODS: The study was carried out on 36 rats, divided into three groups. The primary repair of abdominal wall midline incision was determined as a wound-healing model. High-dose simvastatin (5 mg/kg/day) was administered intraperitoneally for 14 days preoperatively in group 1, low-dose of simvastatin (1 mg/kg/day) was administered in group 2 rats, and the placebo solution was given to group 3. Rats were compared in terms of tensile strength, level of collagen, and inflammation scores.
RESULTS: Although tensile strength of rats in group 1 was lower than those in other groups, this difference was not significant (p = 0.058). Type I and type III collagen level were significantly different between groups (p = 0.011 and p = 0.002; respectively). The post-hoc test revealed that group 1 rats had significantly higher type I collagen level than those of group 3 rats (2.18 ± 0.75 vs. 1.25 ± 0.45; p = 0.006). The type III collagen in group 1 and group 2 were also significantly higher than that in group 3 (2.27 ± 0.78 vs. 1.16 ± 0.38, p = 0.002; 1.90 ± 0.70 vs. 1.16 ± 0.38; p = 0.015). However, inflammation scores were not different between the groups (p = 0.186).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Although high-dose simvastatin significantly increased type I and type III collagen levels; tensile strength and inflammation score among the three groups of rats were not significantly different.

LookUs & Online Makale