ISSN 0304-596X | E-ISSN: 2148-7669
Acta Oncologica Turcica - Acta Oncol Tur.: 52 (2)
Volume: 52  Issue: 2 - 2019
ORIGINAL ARTICLE
1.Retrospective evaluation of brain metastates in lung cancer patients treated with stereotactic radiosurgery alone
Serkan Değirmencioğlu, Olcun Umit Unal, Esin Oktay, Atıke Gokçen Demıray, Muhammet Arslan, Halil Serdar Aslan, Ergin Sağtaş, Burcu Taşköylü, Ilker Kiraz, Gamze Gokoz Dogu, Arzu Yaren
doi: 10.5505/aot.2019.30932  Pages 203 - 207
GİRİŞ ve AMAÇ: Akciğer kanserinde gelişen sistemik tedavi seçenekleri nedeniyle yaşam süresi uzamakta ve bu nedenle beyin metastazı insidansı da giderek artış göstermektedir. Stereotaktik radyocerrahinin tek ve oligo (iki-dört adet) beyin metastazı tedavisinde kullanılmaya başlanması bu konuda hızlı bir tedavi alternatifi olmasını sağlamıştır. Takip ettiğimiz akciğer kanserine bağlı beyin metastazlı olgularda retrospektif olarak stereotaktik radyocerrahi tedavisi etkinliğini, stereotaktik radyocerrahi tedavisine yanıtın difüzyon manyetik rezonans görüntüleme (MRG) ile değerlendirmenin konvansiyonel MRG’ye ek yararını ve klinik parametreler arası ilişkileri değerlendirmeyi amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Kliniğimizde akciğer kanseri tanısı ile takip edilen, Batı Kooperatif Onkoloji Grubu (ECOG) performans statüleri 0-1 ve 1-4 arası beyin metastazı olan, Ocak 2016 – Aralık 2017 tarihleri arasında stereotaktik radyocerrahi gören 79 olgunun verileri retrospektif olarak incelendi.
BULGULAR: Hastaların medyan tanı yaşı 59 yıl (43-78) bulundu. Difüzyon MRG’nin tedavi yanıtını değerlendirmede ek yararı saptanmadı. Küçük hücreli ve küçük hücreli dışı akciğer kanseri alt gruplarında istatistiksel anlamlı mortalite farkı görülmemiştir. Beyin dışı diğer organlara metastaz varlığı tüm sağ kalım süresini azaltmış ve istatistiksel olarak anlamlı bulunmuştur (p=0,042).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Akciğer kanserine bağlı gelişen beyin metastazlı olgular genetik ve histopatolojik olarak heterojen bir hasta grubundan oluşmaktadır. Çalışmamızda, sadece stereotaktik radyocerrahi uygulanan olgularda, çok değişkenli analiz sonucu beyin metastazı dışı metastaz varlığının tüm sağ kalım süresini olumsuz etkilediğini göstermiştir.
INTRODUCTION: Due to new systemic treatment modalities, overall survival in lung cancer is increasing. Incidence of brain metastases in lung cancer are more common for this reason. The utilisation of stereotactic radiosurgery for one and oligo (two-four) brain metastases, has provided this treatment strategy as a promt treatment alternative. In this study we aimed to investigate the efficiency of stereotactic radiosurgery in lung cancer patients with brain metastasis, the effectiveness of adding diffusion magnetic resonance imaging (MRI) to conventional MRI for treatment evaluation and the relationship between clinical parameters retrospectively.
METHODS: Seventy-nine lung cancer patients treated between January 2016 and December 2017 in our clinic with stereotactic radiosurgery whose eastern cooperative oncology group (ECOG) performance status were 0-1 and had less than 5 brain metastases, has retrsopectively analysed.
RESULTS: The median age of patients was 59 years (43-78). Diffusion MRI has provided no more benefit for evaluation of treatment. There was no statistically significant mortality difference between subgroups of small cell and non small cell lung carcinoma. The presence of extracranial metastases has shortened the overall survival time significantly (p=0,042).
DISCUSSION AND CONCLUSION: The lung cancer patients with brain metastases have histopathological and genetic heterogenity. Multivariate analysis showed the presence of extracranial metastases had only unfavorable impact on overall survival in our study.

2.Clinical Feature and Survival Outcomes of Lung Cancer with ALK Mutation Positive and Treated with Crizotinib, Single Centre Experience
Burak Bilgin, Şebnem Yücel
doi: 10.5505/aot.2019.52523  Pages 208 - 212
GİRİŞ ve AMAÇ: ALK pozitif akciğer kanseri tüm akciğer kanserli olguları küçük bir bölümünü oluşturur. Özellikle son yıllarda ALK mutasyonu pozitif olgularda hedefe yönelik tedavilerin geliştirilmesi ile sağkalım sonuçlarında belirgin iyileşmeler görülmektedir. Bu çalışmada da ALK mutasyonu pozitif ve herhangi bir basamakta crizotinib uygulanmış akciğer kanserli olgularda klinik özelliklerin ve sağkalım sonuçlarının belirlenmesi amaçlanmıştır.

YÖNTEM ve GEREÇLER: Ankara Atatürk Göğüs Hastalıkları ve Göğüs Cerrahisi Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Tıbbi onkoloji polikliniğine 2014 – 2018 yılları arasında başvurmuş hastalar çalışmaya dahil edilmiş ve verileri retrospektif olarak toplanmıştır.
BULGULAR: Toplam 48 hasta çalışmaya dahil edilmiş olup hastaların büyük çoğunluğu metastatik (%86,7) ve sigara içmemiş (%68,8) hastalardan oluşmaktaydı. Birinci basamakta crizotinib kullanan hastalarda crizotinib ile elde edilen progresyonsuz sağkalım medyan 13,04 ay olarak saptandı. Daha önce bir basamak kemoterapi alan hastalarda ise crizotinib ile PS 16,88 ay olarak bulundu. Tüm grup ele alındığında metastatik olma zamanından itibaren genel sağkalım 37,74 ay olarak saptanmıştır
TARTIŞMA ve SONUÇ: ALK mutasyonu pozitif akciğer kanseri olgularında sağkalım süresi kemoterapi ile karşılaştırıldığında hedefe yönelik tedaviler ile belirgin olarak artmıştır. Bizim çalışmamızda da crizotinib ile tek merkez gerçek yaşam verileri ikinci basamak hariç literatürle uyumludur.
INTRODUCTION: Non- small cell lung cancer (NSCLC) with ALK-mutation is a small group of lung cancer. Especially last years, treatment outcomes of NSCLC with ALK-mutation are increased due to developing many new targeted therapies against ALK mutation. In this study, we aim to detect clinical feature and survival outcomes of patients who had ALK mutation positive and treated with crizotinib in any treatment line.
METHODS: The patients who followed in Ankara Atatürk Chest Disease and Chest Surgery Education and Research Hospital, Department of Medical Oncology between 2014-2018 were enrolled. The data of patients were obtained retrospectively.
RESULTS: Totally, 48 patients were enrolled to study and most of these patients were metastatic (86.7%) and non-smoker (68.8%). Median progression-free survival (PFS) of the patients who treated with crizotinib as first-line and second-line (after one-line chemotherapy) were 13.04 months and 16.88 months, respectively. Overall survival of patients who treated with crizotinib in any treatment-line was 37.74 months.
DISCUSSION AND CONCLUSION: In NSCLC with ALK-mutation, superior outcomes are obtained with crizotinib and the other tyrosine kinase inhibitors that targeted to ALK. In our study, real-life data of crizotinib was found as compatible with the previous trial except for second-line treatment



3.Retrospective analysis of patients diagnosed with multiple myeloma: A single center experience
Melih Simsek, Pinar Tarkun, Abdullah Hacıhanefioğlu
doi: 10.5505/aot.2019.24582  Pages 213 - 220
GİRİŞ ve AMAÇ: Multipl myelom, plazma hücrelerinin kontrolsüz proliferasyonu ile seyreden hematolojik bir malignitedir. Multipl myelom tedavisindeki çeşitli seçenekler, hastaların daha iyi tanımlanması ve tedavilerin standardize edilmesini gerektirmektedir. Bu çalışmada multipl myelom hastalarının tedavi yanıtlarının değerlendirilmesi ve klinik bulgularla ilişkisinin araştırılması hedeflenmiştir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: 2000-2011 yıllarında izlenmiş olan 151 multipl myelom tanılı hastanın klinik ve laboratuar bulguları ile sağkalım ve tedavi yanıtı verileri retrospektif olarak incelenmiştir.
BULGULAR: En çok seçilen tedavi melfalan-prednizolon (%45), vinkristin-adriamisin-deksametazon (%21,3) ve vinkristin-adriamisin-deksametazon ardından bortezomib (%10) olmuştur. En az 1 kez remisyon saptanan hastaların %22,35’inde ölüm görülmüştür. Bu oran remisyon sağlanamayan hastalarda %77,35 olarak bulunmuştur (p=0.000). Evre III hastalıkta daha düşük evrelere göre remisyon oranı anlamlı olarak azalmış (p=0.008) ve ölüm riski anlamlı olarak artmıştır (p=0.000). Otolog kemik iliği transplantasyonu, nüks riskini (p=0.009) ve ölüm riskini anlamlı olarak azaltmıştır (p=0.001). Tedavi şemaları değerlendirildiğinde sırasıyla remisyon oranları vinkristin-adriamisin-deksametazon ardından bortezomib tedavisiyle %57,9, melfalan-prednizolon ile %33,3, bortezomib ile %29,2, talidomid ile %9,4, lenalidomid ile %23,8 ve vinkristin-adriamisin-deksametazon tedavisiyle %25,7 olarak bulunmuştur. Remisyon sağlanan 101 hastanın 23’üne düşük dozlu lenalidomid tedavisi verilmiş ve 21 hasta otolog kemik iliği transplantasyonuna gönderilmiştir. Nüks oranı düşük dozlu lenalidomid tedavisi uygulanan hastalarda anlamlı olarak düşük bulunmuştur (p=0.002, OR: 12,52).
TARTIŞMA ve SONUÇ: En yüksek remisyon oranları vinkristin-adriamisin-deksametazon ardından bortezomib tedavisi ile sağlanmıştır. Otolog kemik iliği transplantasyonu ile daha düşük nüks ve ölüm oranları saptanmıştır. Düşük dozlu lenalidomid tedavisi uygulanan hastalarda ölüm ve nüks oranı daha düşük bulunmuştur.
INTRODUCTION: Multiple myeloma is a hematological malignancy which is proceeding with the uncontrolled proliferation of plasma cells. Patients should be determined more definitely and treatments should be standardized to modify various treatment options in multiple myeloma. The aim of this study is to analyse the responses to treatments and the association between clinical features and treatments of multiple myeloma patients.
METHODS: The clinical and laboratuary findings with survival and treatment response data of 151 multiple myeloma patients who have been followed between 2000-2011 were analysed retrospectively.
RESULTS: The most prefered treatments were melphalan-prednisolone (45%), vincristin-adriamicin-dexamethasone (21,3%) and vincristin-adriamicin-dexamethasone followed by bortezomib (10%). Death was observed in 22,35% of the patients that remission was established at least for once. This rate was 77,35% in the patients that remission could not be established (p=0,000). Remission rate was significantly decreased (p=0.008) and death rate was significantly increased (p=0.000) in stage III disease compared with lower stages. Autologous stem cell transplantation, significantly decreased the relapse rate (p=0.009) and death risk (p=0.001). When the treatment protocols were analyzed, remission rate was 57,9% with vincristin-adriamicin-dexamethasone followed by bortezomib, 33,3% with melphalan-prednisolone, 29,2% with bortezomib, 9,4% with thalidomide, 23,8% with lenalidomide and 25,7% with vincristin-adriamicin-dexamethasone, respectively. Maintenance therapy with low dose lenalidomide was administered to 23 of 101 patients that remission was maintained. Autologous stem cell transplantation was administered to 21 patients that remission was obtained. Recurrence rate was significantly lower in patients who were received low dose lenalidomide maintenance therapy (p=0.002) (OR: 12,52).
DISCUSSION AND CONCLUSION: The highest remission rates were obtained with vincristin-adriamicin-dexamethasone followed by bortezomib. Lower recurrence and death rates were established with autologous stem cell transplantation. Recurrence and death rates were found lower in patients that received low dose lenalidomide maintenance therapy.

4.Retrospective Analysis of the Treatment and Follow-up of 251 Patients with Non-melanoma Skin Cancer in the Mediterranean Region
Asım Uslu
doi: 10.5505/aot.2019.05924  Pages 221 - 231
GİRİŞ ve AMAÇ: Melanom dışı deri kanseri (MDDK) dünya çapında en yaygın kanser tipidir. Bazal hücreli karsinom (BCC; basal cell carcinoma) ve skuamöz hücreli karsinom (SCC; squamous cell carcinoma) MDDK’lerinin % 99’unu oluşturur ve BCC, SCC’dan 3-5 kat sık görülür. Burada, MDDK nedeniyle takip edilen hastaların demografik verileri ve tedavileri, takip sonuçları araştırıldı ve bunlar fark ve benzerlik açısından daha önceki veriler ile karşılaştırıldı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Retrospektif olarak, 2014 Ocak- 2018 Ocak tarihleri arasında, tek cerrah tarafından MDDK nedeniyle takip ve tedavisi yapılan hastalar incelendi.
BULGULAR: Toplam 251 hasta MDDK nedeniyle tedavi ve takip edildi. Hastaların ortalama yaşı 69.9’du. BCC insidansı SCC’nin iki katı bulundu. En fazla tümör lokalizasyonu baş boyun ve baş boyun bölgesinde de en sık lokalizasyon burundu. BCC için 0,5 cm, SCC için 1 cm sağlam cerrahi sınırla eksizyon yapıldı. Rekonstrüksiyon seçeneği olarak çoğunlukla lokal flepler kullanıldı (%61.18). 11 hasta opere edilemedi ve opere edilemeyen tümörlerin 4 tanesi göze invazeydi. Vakaların %4.43’ünde cerrahi sınır pozitif olarak rapor edilirken, 25,82 aylık takipte sadece 4 hastada nüks gözlendi. 17 hastada başka bir bölgede yeni bir MDDK gözlendi. Nüks olan hastaların 3’ü MDDK nedeniyle öldü.
TARTIŞMA ve SONUÇ: MDDK tanısı fizik muayene ile çok rahat konulabilmektedir. Biyopsi her vakada gerekli değildir. Burada, SCC oranı önceki çalışmalardan farklı olarak beklenenden daha fazla bulundu. Tedavide rekonstrüksiyon seçeneği olarak daha çok lokal flepler tercih edildi. Cerrahi sınır pozitif hasta sayısı (%4.27) ve nüks oranı (%1.31) oldukça az bulundu. Bu da, tedavide flep seçeneğinin tercih edilmesine bağlı tabandan yeterli derinlikte eksizyon yapılmasına ve takip süresinin 5 yıldan kısa olmasına bağlanabilir.
INTRODUCTION: Non-melanoma skin cancer (NMSC) is the most common type of cancer worldwide. Basal cell carcinoma (BCC) and squamous cell carcinoma (SCC) constitute 99% of NMSCs, with BCC being 3–5 times more common than SCC. This study analyzed the demographic data, treatment and follow-up of patients with NMSC and compared the results with those of previous studies.
METHODS: Patients who had been followed-up and treated for NMSC by a single surgeon between January 2014 and January 2018 were evaluated retrospectively.
RESULTS: The average age of the 251 patients treated and followed for NMSC was 69.9 years. The incidence of BCC was found to be two times of the SCC. The most frequent tumor localization was the head and neck. Among the head and neck tumors, the incidence of nasal tumors was the highest. Intact surgical margin excisions of 0.5 cm for BCC and 1 cm for SCC were performed. Local flaps were the most common reconstruction option (61.18%). Eleven patients could not be operated on and four of the unoperable tumors were invased to the eye. Positive surgical margins were determined in 4.43% of the patients, but only four patients had disease recurrence during the 25.82 months of follow-up. A new NMSC developed in a different anatomic region in 17 patients. Three of the patients with recurrence died due to NMSC.
DISCUSSION AND CONCLUSION: NMSC is easily diagnosed by physical examination and biopsy is not necessary in every case. The incidence of SCC in our series was higher than reported in previous studies. Local flaps were the preferred reconstruction option. The rates of positive surgical margins (4.27%) and relapse (1.31%) were low. This result can be attributed to adequate depth of the excision from the base through the reconstruction of the defect with flap, and the relatively short (< 5 years) follow-up period.

5.Right predilection of lung cancer, does it affect oncologic outcome?
Suheyla Aytac Arslan, İpek Pinar Aral, Gonca Altınışık İnan, Havva Karabuga, Sedef Açıkgöz, İlhami Ünal, Fatma Altıntaş, Selcan Tekin, Hüseyin Furkan Öztürk, Yilmaz Tezcan
doi: 10.5505/aot.2019.01488  Pages 232 - 237
GİRİŞ ve AMAÇ: Akciğer kanseri (AK) en sık görülen malignitedir ve hala kanser ölümlerinin önde gelen nedenlerinden biridir.Bu çalışmanın amacı, sigara kullanımının ile tümör lokalizasyonu, prognoz ve akut yan etki üzerindeki etkisini değerlendirmektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Ankara Atatürk Eğitim Araştırma Hastanesi'nde akciğer kanseri tanısıyla 24.11.11-14.9.16 tarihleri arasında küratif torasik radyoterapi verilen 72 hasta retrospektif olarak değerlendirildi. Primer sonlanım noktaları, akut yan etki ve genel sağkalımdır (OS).
BULGULAR: Altmış beş hasta (% 90,3) erkek, yedi (% 9,7) kadındı. Tümör lokalizasyonu sağ tarafta% 62,5, solda% 37.5 idi. Hastaların% 62.5'inde eşzamanlı kemoterapi uygulanmıştı. Ortanca takip süresi 22 aydır. Sağ akciğer kanseri, KHDAK'de sigara içen hastalarda sol akciğere göre daha yüksek iken (p0,05), bu oran KHAK'de anlamlı değildi (p0,5). Ayrıca tüm grupta yaş arttıkça sol akciğer lokalizasyonunda bir artış vardı (p0,2). KHDAK'de akut yan etkiler sağ akciğerde daha şiddetlidir (p <0,043). KHDAK grubunda, ARP, 50'den fazla sigara içen 5 hastanın hepsinde gelişti ve bu oran, 50 yıldan az bir süre sigara içen hastalara göre anlamlı derecede yüksekti (p0.044). KHDAK hastalarında ARP sağ akciğerde belirgin olarak daha fazladır (p0,05), ancak KHAK'de anlamlı fark yoktu (p = 0,1). OS'de sağ ve sol akciğer kanseri arasında bir anlamı farklılık yoktur.
TARTIŞMA ve SONUÇ: AK sağ akciğerde daha sık görülür. Benzer şekilde, akut pulmoner yan etkiler de KHDAK'de sağ tarafta daha sık gözlenmektedir. Genel sağkalımda anatomik lokalizasyona göre anlamlı farklılık yoktur.
INTRODUCTION: Lung cancer (LC) is the most common malignities and still remain the leading cause of cancer deaths. The aims of this study are to assess the effect of cigarette smoking on the localization and effect of the location of tumors on the prognosis and acute adverse effects.
METHODS: 72 patients that given curative thoracic radiotherapy between 24.11.11-14.9.16 in Ankara Atatürk Educational Research Hospital with diagnosed lung cancer were evaluated, retrospectively. Patients diagnosed with LC and underwent curative radiotherapy (RT) were included. Primer endpoints are the acute adverse effect and overall survey (OS).
RESULTS: : Sixty-five patients (%90,3), were male and seven (%9,7) were female. Tumor localization was 62,5% on the right side and 37.5% on the left side. 62.5% of the patients had concurrent chemotherapy. Median follow-up is 2 years. While the right lung cancer was significantly higher in patients who smoked in NSCLC than in the left lung (p0,05), this ratio was not significant in SCLC (p0,5). There is also an increase in left lung localization with increasing age in all group (p0,2). Acute side effects in NSCLC are more severe in the right lung (p0,043). In the NSCLC group, ARP developed in all 5 patients who smoked more than 50 pct and this ratio is significantly higher than in patients who smoke less than 50 pct year (p0,044). ARP in NSCLC patients is significantly more common in the right lung (p0,05) but there was no significant difference in SCLC (p 0,1). There are no statistically difference in OS between right and left lung cancer.
DISCUSSION AND CONCLUSION: LC is often seen in the right lung. Similarly, the acute pulmonary side effects are also more frequently observed on the right side in NSLC. There are no statistically difference in OS between right and left lung cancer..

6.Is It Good To Know Or Not To Know? Is There Any Effect of Information About Cancer Diagnosis and Treatment on Anxiety Levels of Adolescents with Cancer and Their Parents
Meric Kaymak Cihan, Neriman Sarı, Hayrıye Dılek Hamurcu, Nurseven Karaman, Nurhan Baş, Incı Ergürhan Ilhan
doi: 10.5505/aot.2019.59672  Pages 238 - 243
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmada adölesan dönemdeki pediatrik onkoloji hastalarının ve ebeveynlerinin, hastalık tanısı, tedavi süreci ve alacağı kemoterapi hakkında bilgilendirilmelerinin, çocuk ve ebeveynlerin kaygı düzeylerine etkisinin araştırılması hedeflenmiştir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya, 2015 ile 2016 yılları arasında, Dr. Abdurrahman Yurtaslan Ankara Onkoloji Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk Hematoloji-Onkoloji Bölümü’nde yeni tanı almış, yaşları 14-18 arasında değişen 55 çocuk kanser hastası ve yaşları 30-50 arasında değişen 58 ebeveyn alındı. Yatırılarak kemoterapi alması planlanan çocuk ve ebeveynlere, hastalık ve tedavi hakkında bilgi verildi. Hastalık öncesi rutin hayatlarındaki genel anksiyete düzeylerini ölçmek için STAI-II (süreklilik anksiyete), hastalık belirtileri başlamasından kanser tanı ve tedavisi konusunda bilgilendirme öncesi ve sonrası durumsal kaygı durumunu ölçmek için de STAI-I (durumlulukanksiyete) ölçekleri kullanıldı. Yapılan bilgilendirmenin anksiyete düzeylerine etkisi araştırıldı.
BULGULAR: Hastalık belirtileri başlamadan önceki rutin hayatlarında STAI-II ölçeğiyle değerlendirilen süreklilik anksiyete düzeylerinin ortancası hastalarda 38 puan (25-67), ebeveynlerinde 45 puan (26-65) olarak saptandı.(p<0,001). Bilgilendirme öncesi durumsal kaygıyı ölçen STAI-I ortanca puanları hastalarda 38 (23-73), ebeveynlerde 48 puan (28-65) olarak bulundu (p: 0.001). Bilgilendirme görüşmesi yapıldıktan sonra STAI-I puanlarının ortancası hastalarda 38 puan (26-67), ebeveynlerinde 42 puandı (23-68) (p: 0,067). Bilgilendirme öncesi ve sonrası çocukların kaygı düzeyleri değişmezken (p=0,679), ebeveynlerin kaygı düzeylerinde bilgilendirme sonrasında istatistiksel olarak anlamlı bir düşüş gözlendi (p=0,01).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmamıza katılan ebeveynlerin rutin hayatlarındaki genel kaygı düzeyleri hafif-orta düzeyde olup çocuklarına göre daha kaygılı oldukları tespit edilmiştir. Hastalık belirtilerinin başlamasından bilgilendirme görüşmesine kadar olan zaman dilimindeki durumsal kaygı düzeylerine bakıldığında ebeveynlerin çocuklara göre daha kaygılı oldukları görülmüştür. Bilgilendirme ebeveynlerin kaygı düzeylerini azaltmış, çocukların kaygı düzeylerine ise etkisi olmamıştır.
INTRODUCTION: In this study, it was aimed to investigate the effect of providing information about the diagnosis, treatment process and chemotherapy to adolescent pediatric oncology patients and their parents on the anxiety levels of them.
METHODS: Between 2015 and 2016; fifty-five children aged between 14 and 18 years and their parents (n=55; age: 30-50 years) were included in the study. Children who were planned to receive chemotherapy and their parents were informed about the disease and treatment. STAI-II (continuity anxiety) scale was used to measure the general anxiety levels in pre-disease routine life. STAI-I (state anxiety) was used to measure the state of situational anxiety before and after information about the diagnosis and treatment of cancer. The effect of informing on anxiety levels was investigated.
RESULTS: The median of continuity anxiety levels evaluated with STAI-II scale in the routine life before the onset of the disease symptoms was 38 points (25-67) in patients and 45 points (26-65) in their parents (p <0.001). The mean STAI-I median scores were 38 (23-73) in patients and 48 (28-65) in parents (p: 0.001). After the informative interview the median of the STAI-I scores was 38 points (26-67) in the patients and 42 points in the parents (23-68) (p: 0,067). While the anxiety levels of the children before and after the informations did not change (p = 0.679), a statistically significant decrease was observed in the anxiety levels of the parents (p = 0.01).
DISCUSSION AND CONCLUSION: The general anxiety levels of the parents who participated in our study were mild to moderate in their routine lives and they were found to be more anxious than their children. When we look at the state-related anxiety levels in the period from the onset of disease symptoms to the informative interview, it was observed that parents were more anxious than children. Informing decreased the anxiety levels of the parents and had no effect on the anxiety levels of the children.

7.The prognostic impact of tumor budding in lung squamous cell carcinoma
Merih Tepeoğlu
doi: 10.5505/aot.2019.76768  Pages 244 - 249
GİRİŞ ve AMAÇ: Akciğer skuamöz hücreli karsinomlarda (SCC) prognozu belirlemeye yönelik olarak kabul edilmiş bir histolojik parametre bulunmamaktadır. Ancak son yıllarda tümör tomurcuklanmasının bu tümörlerin prognozu üzerinde etkili olabileceği yönünde çalışmalar mevcuttur. Bizim bu çalışmadaki amacımız da, akciğer SCC'da tümör tomurcuklanma oranını belirlemek ve bu histolojik özelliğin prognostik faktörler ile bağlantısını ortaya koymaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya 2011 ile 2016 tarihleri arasında Başkent Üniversitesi Patoloji Anabilim Dalında SCC tanısı alan 36 akciğer rezeksiyon olgusu dahil edildi. Olgulara ait tüm Hematoksilen-eozin boyalı preparatlar değerlendirildi. Büyük tümör adalarından dallanarak, komsu parankime doğru tomurcuklanan ve 5 hücreden az tümör hücresi içeren tümör adaları tümör tomurcuklanması olarak değerlendirildi ve en çok tomurcuklanma aktivitesi olan alanlar sayılarak 1 büyük büyütme alanındaki toplam tümör tomurcuklanma sayısı (TTS) belirlendi.
BULGULAR: Yapılan histomorfolojik değerlendirmede, tüm hastalarda tümör tomurcuklanması saptanmış olup, 1 büyük büyütme alanında (BBA) saptanan ortalama TTS 5,36±3,27'dir. Olguların 13 tanesinde (%36,1) TTS 5’in altında, 23 tanesinde ise (%63,9) 5 ve 5’in üstündedir. TTS ile pT evresi (p=0,005), lenf nodu metastaz varlığı (p=0,032), uzak organ metastaz gelişimi (p=0,05) ve TNM evresi (p=0,003) arasında istatistiksel olarak anlamlı ilişki saptanmıştır. Ortalama yaşam süreleri, 1 BBA'daki TTS 5’in altında olanlarda 49±14,6 ay iken, 5 ve 5’in üstünde olanlarda 30,1±17,7 aydır (p=0,006).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışma sonucunda tümör tomurcuklanması ile pT evresi, TNM evresi, lenf nodu metastaz varlığı, metastaz gelişimi ve hastaların ortalama yaşam süreleri arasında anlamlı ilişki saptanmış olup, tümör tomurcuklanmasının kötü prognoz ile ilişkili olduğu ortaya konmuştur. Bu bulgu akciğer SCC derecelendirmede tümör tomurcuklanmasının histolojik bir parametre olarak kullanılabileceğini düşündürmektedir.
INTRODUCTION: For lung squamous cell carcinoma (SCC), there is no histological parameter that have been universally accepted as a prognostic factor. However in recent years, tumor budding (TB) has been recognized as a prognostic factor. In this study, we investigated the ratio of TB in lung SCC and its influence on prognosis.
METHODS: Our study consisted of 36 resected lung SCC, diagnosed at the Baskent University, Department of Pathology, between 2011 and 2016. All haematoxylin and eosin-stained slides were reviewed. TB was defined as small tumor nests composed of less than 5 tumour cells that are branching from big tumor islands to the adjacent paranchyma. They were counted in 1 high-power fields (HPF) in hot spot areas.
RESULTS: In histomorphological evaluation, TB was observed in all patients with the mean number of 5,36±3,27 in 1 HPF. TB was <5/1HPF in 13 cases (36.1%) and ≥5/1 HPF in 23 cases (63.9%). The significant correlation was detected between TB and pT stage (p=0.005), lymph node metastasis (p=0,032), metastasis (p=0,05) and TNM stage (p=0,003). Patients with <5 budding/1 HPF had a mean overall survival of 49±14,6 months, compared with 30,1±17,7 months for those patients whose tumors had ≥5 budding (p=0,006).
DISCUSSION AND CONCLUSION: In conclusion, the significant association was detected between TB and pT stage, TNM stage, lymph node metastasis/metastasis and overall survival. Hence, this study demonstrated that TB is an important predictor of poor prognosis in patients with SCC and it can be used as an histologic parameter in grading of lung SCC.

8.The Evaluation of the Surgical and Functional Reseults of the Tumor Resection Prothesis in Proximal Femur Malignant Bone Tumors
Selçuk Yılmaz, İsmail Burak Atalay, Recep Öztürk, Bedii Şafak Güngör
doi: 10.5505/aot.2019.62134  Pages 250 - 255
GİRİŞ ve AMAÇ: Günümüzde, etkili kemoterapötik ilaçlar ve teknolojik gelişmeler malign kemik tümörlerinin tedavisinde, hastaların çoğunda amputasyon yerine ekstremite koruyucu cerrahi girişimleri mümkün kılmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Ankara Onkoloji Hastanesi Ortopedi ve Travmatoloji Kliniğinde Ocak 2003 ile Haziran 2016 tarihleri arasında femur proksimal primer ve metastatik kemik tümörlerinde proksimal femur tümör rezeksiyon protezi yapılan 240 hasta çalışmaya alınmıştır.
BULGULAR: Çalışmaya alınan 240 hastanın 119'u kadın (%49.6) 121' i erkek (%50.4) hastalardan oluşmaktaydı. Hastaların cerrahi zamanındaki yaş ortalaması 53.6 (14-82) yıldı, etkilenen ekstremite 122'sinin ( %50,6) sağ, 118'i (%49,4) sol ekstremitesiydi. Hastalarımızın ortalama takip süresi 29.3 ( 1-155) aydı. Hastalarımızın fonksiyonel değerlendirmesi Kas-İskelet Sistemi Tümörleri Derneği (MSTS: Musculoskeletal Tumour Society) skorlama sistemine göre yapıldı. Genel olarak hastalarımız ele alındığında tüm serilerdeki ortalama MSTS skoru % 71,3’tü. Primer kemik tümörü grubunun ortalama MSTS skoru %80,4, metastatik kemik tümörü grubunun MSTS skoru % 67,4' tür.
Femur proksimal rezeksiyon artroplatisinin en önemli komplikasyonu protez dislokasyonudur ve sonuçlarımız literatürle benzerdir. Başarılı endoprostetik reskonstrüksiyon için iyi bir yumuşak doku örtümü, kapsül onarımı ve efektif abdüktör mekanizma onarımı şarttır
TARTIŞMA ve SONUÇ: Endoprotez rekonstrüksiyonları erken dönemde çok iyi fonksiyonel sonuç sağlama avantajlarına sahipken, orta ve uzun dönemde özellikle genç ve aktif hastalarda mekanik komplikasyonlara yol açmaktadır.
Ekstremite kurtarıcı cerrahi “önce hayat, sonra konforlu hayat” felsefesinden sapma göstermeden uygulandığı taktirde yüzgüldürücü sonuçlar vermeye devam edecektir.
INTRODUCTION: Effective chemotherapeutics and technologic developement made limb salvage procedures available instead of amputation in malignant bone tumour therapy.
METHODS: 240 patients treated with the diagnosis of malign bone tumor of proximal femur with proximal femoral resection endoprothesis in Ankara Oncology Hospital between January 2003 and June 2016 are included in this retrospective study.
RESULTS: Among these 240 patients 121(50,4%) were male and 119(49,6%) were female. The mean age in the diagnosis was 53,6(14-82),the affected extremity was left in %50,6(118) and right in %49,4 (122). The mean follow up period was 29,3 months(1-155months). Fonctional evaluation was made by MSTS (Musculoskeletal Tumour Society) scoring system. The overall average MSTS score of patients discussed is %71,3. The avarage MSTS score of the primay malign bone tumors is %80,4, metastasis of the bone tumors is %67,4.
The most important complications of proximal femoral resection arthroplasty is dislocation of the prothesis, and our results are similar to the literature. For a succesful endoprosthetic surgery must have a good soft tissue reconstruction, good capsule repair and effective abductor mechanısm repair.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Although reconstructions by endoprostheses have early stage adventages of excellent functional results, they cause mechanical complications especially in young and active patients in mid and late stages.
Good results may be expected from limb salvage surgery if life precedes comfort in decision making.

9.Comparison of Optical Surface Guide System and ConeBeamCT Scans in Patient Positioning in Breast CA Radiotherapy
İsmail Faruk Durmuş, Bora Tas
doi: 10.5505/aot.2019.83584  Pages 256 - 261
GİRİŞ ve AMAÇ: Meme Radyoterapisinde tedavinin başarısı, hedef volümün doğru ışınlamasına ve hastanın doğru konumlandırılmasına bağlıdır. Lazer tabanlı optik yüzey takip sisteminin meme Radyoterapisinde hasta pozisyonlandırma ve tedavinin her fraksiyonda tekrarlanabilirliği araştırıldı. Bu sayede hastaya portal görüntüleme amaçlı uygulanan radyasyonun azaltılması da araştırıldı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Catalyst optik yüzey takip sistemi kullanılarak 3D yüzey görüntüleme ile meme kanserli hastalarda pozisyonlandırma yapıldı, ardından kV tabanlı CBCT ile taramalar yapılarak iki sistem arasında hasta pozisyonunda olan sapmalar belirlendi. 26 Meme kanserli hastaya 475 fraksiyonda lazer tabanlı optik yüzey ve CBCT taramaları yapıldı. Her bir hastanın ayrı ayrı ve 475 fraksiyonun tamamı için, ortalama ve maksimum sapma miktarları lateral, longitudinal ve vertikal eksenlerde bulundu.
BULGULAR: 475 Fraksiyonda Catalyst ve CBCT değerleri arasındaki ortalama farklar lateral eksende; 0.24±0.22 cm, longitudinal eksende; 0.36±0.28 cm, vertikal eksende; 0.22±0.20 cm bulundu. Catalyst ile CBCT değerleri arasındaki maksimum farklar lateral eksende; 1.28 cm, longitudinal eksende; 1.54 cm, vertikal eksende; 1.30 cm bulundu. Eğer 26 hasta için sadece Catalyst yüzey takip sistemi kullanılmış olsaydı, klinik hedef volüme 5 mm emniyet marjı verilirse lateral eksende %89.05, longitudinal eksende %74.52 ve vertikal eksende %90.52 güven aralığı içinde tedavi uygulanabilmektedir.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Meme Radyoterapisinde tedavinin tekrarlanabilirliği ve hasta konumlandırmasının kesin hassasiyetle olması büyük öneme sahiptir. Optik yüzey takip sistemi hasta setup’ı için basit, hızlı, tekrarlanabilir ve doğru bir çözümdür. Rastgele günlük setup hatalarını en aza indirmek ve hastaya tedavi harici portal görüntüleme amaçlı uygulanan radyasyonu azaltmak için etkin kullanılabilmektedir. Hasta tedaviye başladığı ilk birkaç fraksiyon CBCT ve optik yüzey takip sistemi eş zamanlı kullanılmalı aradaki farkların az olması durumunda, hastanın tedavisinin tamamı göz önüne alınarak CBCT sayısı azaltılıp optik yüzey takip sistemi kullanılmalıdır.
INTRODUCTION: The success of treatment in breast radiotherapy depends on the correct irradiation of the target volume and correct positioning of patient. Patient positioning and repeatability of treatment at each fraction were investigated. In this way, the reduction of radiation implemented to the patient for portal imaging was also investigated.
METHODS: Positioning in breast cancer patients with 3D surface imaging was performed using the Catalyst optical surface guide system. Then, scans with kV-based CBCT were used to determine deviations in the patient position between the two systems. The laser-based optical surface and CBCT scans were performed in 475 fractions.
RESULTS: The mean and maximum deviation amounts for each patient and all of the 475 fractions were obtained in lateral, longitudinal and vertical axes. The mean differences between Catalyst and CBCT values in the 475 fraction were 0.24±0.22cm in the lateral axis, 0.36±0.28cm in the longitudinal axis and 0.22±0.20cm in the vertical axis. The maximum differences between Catalyst and CBCT values were obtained 1.28cm in lateral axis, 1.54cm in longitudinal axis and 1.30cm in vertical axis. If only the Catalyst was used for 26 patients, a margin of 5mm was implemented to clinical target volume, treatment could be performed in lateral axis at 89.05%, in longitudinal axis 74.52% and in vertical axis at 90.52% confidence interval.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Reproducibility of the treatment and accurate positioning of the patient are very important in breast radiotherapy. Catalyst system is a simple, fast, repeatable and accurate solution for patient setup. It can be used effectively to minimize random daily setup errors and reduce radiation implemented to the patient for external portal imaging. CBCT and Catalyst should be used simultaneously in the first few fractions. If the deviations between the two systems are low, the number of CBCT should be reduced, taking into account the full treatment of the patient.

10.Sinonasal Inverted Papillomas
Ayca Ant, Samet Ozlügedık
doi: 10.5505/aot.2019.08379  Pages 262 - 265
GİRİŞ ve AMAÇ: İnverted papillom (İP), sinonazal bölgenin en sık epitelyal tümörüdür. Nükse yatkınlık ve malignite ile ilişkili olması açısından önemlidir. Yassı hücreli karsinom (YHK) odaklarının görülme sıklığı %5-15 arasındadır. Genellikle 5-6. dekatta ve erkeklerde 2 kat daha sık görülür. En sık lateral nazal duvardan, ikinci sıklıkta maksiller sinüsten köken alır. En sık tek taraflı burun tıkanıklığı ile bulgu verir. Tedavisi total/geniş cerrahi rezeksiyondur.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Sinonazal İP tanısıyla 2007-2017 yılları arasında bir üçüncü basamak sağlık merkezinde cerrahi yapılan hastalar çalışmaya dahil edildi. Hastalar demografik özellikler, belirti ve (klinik ve radyolojik) bulgular, cerrahi, patolojik özellikleri, cerrahi sonrası komplikasyonlar ve uzun dönem takip sonuçları yönünden değerlendirildi.
BULGULAR: Hastaların 12’si erkek (%86), ortanca yaş 56 (yaş aralığı: 36-79) idi. Patolojik incelemede genel olarak HPV (-) olmakla birlikte, 4 sinonazal İP hastasında YHK, insitu YHK odağı veya takipte YHK gelişimi (%29) gözlendi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: İP, benign bir neoplazi olmasına rağmen malign içerik ve/veya transformasyon açısından önem arz eden bir hastalıktır. Sonuç olarak, bu durum hastaların yakın takibini gerektirir.
INTRODUCTION: Inverted papilloma (IP) is the most common epithelial tumor of the sinonasal region. It is crucial for predisposition to the recurrence and malignancy. The incidence of squamous cell carcinoma (SCC) foci is between 5% and 15%. It is usually seen in 5-6th decade and 2 times more frequent in males. It commonly originates from the lateral nasal wall, and secondly from the maxillary sinus. The most common finding is the unilateral nasal obstruction. The treatment is total/wide surgical resection.
METHODS: The patients who underwent surgery with the diagnosis of sinonasal IP between 2007-2017 in a tertiary referral center were included in the study. The patients were evaluated in terms of demographic features, signs and symptoms (clinical and radiological), surgical, pathological features, postoperative complications, and long-term follow-up results.
RESULTS: Twelve of the patients were male (86%), the median age was 56 years (range: 36-79 years). Pathological examination was generally HPV (-), and 4 patients with sinonasal IP (%29) had SCC, in-situ SCC focus, or SCC transformation in the follow-up period.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Although inverted papilloma is a benign neoplasm, it is an important disease for malignant content and/or transformation. Consequently, the close follow-up is required for these patients.

11.Evaluation Of Demographic And Clinicopathological Characteristics Of Osteosarcoma Patients
Recep Öztürk, Bülent İnce, yaman karakoç, Ali Ekber Yapar, Yusuf İkbal Erdoğdu, Bedii Şafak Güngör
doi: 10.5505/aot.2019.60234  Pages 266 - 270
GİRİŞ ve AMAÇ: Hastanemiz Ortopedi ve Travmatoloji Kliniğinde Ocak 2002-Ocak 2015tarihleri arasında osteosarkom tanısı almış ve cerrahi tedavisi uygulanmış olan 122 hastanın retrospektif analizi amaçlandı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: 81'i erkek(%66.3), 41'i kadın(%33.7), toplam 122 hasta çalışmaya dahil edildi.Hastalara ilişkin tüm veriler retrospektif olarak eksiksiz şekilde değerlendirildi. Hastaların %95.9'u opere edildi. Bu hastalardan %72.7’sinde ekstremite koruyucu cerrahi, %27.3'ünde amputasyon uygulandı.
BULGULAR: Ortalama yaş 23.9 (7-82 yaş arası) idi. Hastaların %50'si 11-20 yaş arası genç gruptu, %66,3 diz çevresi (%50,8i femur distal ve %15.5'i tibia proksimal) yerleşimliydi.Tanı anında vakaların %59 unun Enneking Evre 2B olduğu görüldü. En sık tümör tipi konvansiyonel osteosarkomdu.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Hastanemizde tanı almış osteosarkom vakaları incelendiğinde, tümör dağılımı ve özelliklerinin dünya literatürü ve türkiyedeki diğer lokal hastane verilerine benzer şekilde olduğu saptanmıştır.
INTRODUCTION: It is aimed that a retrospective analysis of 122 patients who were diagnosed with osteosarcoma and underwent surgical treatment between January 2002 and January 2015 at the Orthopedics and Traumatology Clinic of our Hospital.
METHODS: A total of 122 patients (81 males, 41 females) were included in the study. All data were retrospectively and completely evaluated. 95.9% of the patients were operated. 72.7% of these patients, had limb sparing surgery and 27.3% had amputation.
RESULTS: The mean age was 23.9 years (range 7-82 years). 50% of the patients were between 11 and 20 years of age and 66.3% of them were located in the knee (50.8% distal femur and 15.5% proximal tibia). At the time of diagnosis, 59% of cases were found to be Enneking Stage 2B. The most common tumor type was conventional osteosarcoma.
DISCUSSION AND CONCLUSION: When we examined the cases of osteosarcoma which diagnosed in our hospital, the distribution and features of tumor was similar to other cases that is in other hospitalsin our country and the world literature.

12.Ultrasonography Education in General Surgery Resident Training Program and Evaluation of Level of Utrasonography Learning Curves of General Surgery Residents
Sener Balas, Seray Akçalar, Kerim Bora Yilmaz, Melih Akinci, Serhat Tokgoz, Mehmet Saydam, Muzaffer Akkoca, Onur Ergun, Harun Karabacak, Idil Guneş Tatar, Baki Hekimoglu
doi: 10.5505/aot.2019.49260  Pages 271 - 276
GİRİŞ ve AMAÇ: Ultrasonografi (USG), visseral organları, çok yönlü kullanım olanakları ile gerçek zamanlı değerlendirilmesini sağlayan bir görüntüleme tekniğidir. Teşhis ve tedavi katkılarının yanı sıra, hasta takibinde çok önemlidir ve ayrıca intraoperatif kullanım için fırsat verir. Bu çalışma, uzman eğitim programına dahil edilmesi gereken USG eğitimi modelini tartışmayı ve asistan doktorlara uygulanan sınavın etkinliğini değerlendirmeyi ve tiroid nodülü, safra taşı ve intraabdominal serbest sıvısı olan hastalarda öğrenme eğrisini değerlendirmeyi amaçlamaktadır..
YÖNTEM ve GEREÇLER: Etik kurul onayladıktan sonra, klinik eğitimin bir parçası olarak radyolog tarafından pratik, teorik ve USG' nin hasta başı kullanım eğitimi verildi.Teorik eğitimden sonra, radyoloğun himayesinde farklı kıdem yıllarından seçilen dört cerrahi asistan hasta başında pratik eğitim uygulandı. İki aşamalı bir sınav sistemi belirlendi ve cerrahi asistanlarının değerlendirilmeleri radyolog tarafından yapıldı. Sınav sonuçları istatistiksel olarak değerlendirildi ve istatistiksel anlamlılık düzeyi p <0,05 olarak kabul edildi.
BULGULAR: Tiroid nodülleri için iki test sonucunun istatistiksel olarak anlamlı olduğu onaylandı (p: 0.0560). İntraabdominal serbest sıvının değerlendirilmesinin sonuçları, başka bir test yapılmasına gerek kalmadan başarılı olarak kabul edildi. Safra kesesi taşı için iki test sonucunun istatistiksel olarak hiçbir farkı olmadığı onaylandı (p: 0.5316).
TARTIŞMA ve SONUÇ: USG eğitimi ülkemizde genel cerrahi eğitimi sırasında kısıtlı merkezin eğitiminin parçası olabilmektedir. USG eğitiminde kazanılan deneyimin ve genel cerrahi asistanlarının öğrenme eğrilerinin değerlendirilmesi ve literatüre sunulması faydalı olacaktır. Eğitim tekniğine dair tartışmalar başka merkezlerin bu eğitimi planlayabilmesi için yol gösterici olacaktır.
INTRODUCTION: Ultrasonography (USG) is an imaging technique that enables real-time evaluation of visceral organs via versatile utilization possibilities. Besides diagnosis and treatment contributions, it is crucial in patient follow-up and it also gives an opportunity of intraoperative usage. This study aims to discuss a model of USG training which should be included in the specialist training program and to evaluate the effectiveness of the examination applied to resident doctors and to evaluate the learning curve on patients with thyroid nodule, bile stone stone and intraabdominal free fluid.
METHODS: After the ethics committee approving, practical, theoretical training and per-patient usage of USG was given by the radiologist as a part of the clinical training. After the training, four surgical assistants selected from different years of residenties were practiced on a patient basis, under possesion of the radiologist. A two-stage examination system was determined and the evaluations of the surgical residents were made by the radiologist and the deficiencies were determined specially for the residents. Statistical significance was considered as the level of p<0.05.
RESULTS: The two test results for thyroid nodules were approved to have made significant progress (p: 0.0560). The results of evaluating the intraabdominal free fluid were regarded as successful without any further testing. The two test results for for gallbladder stone were approved to have no statistically difference (p: 0.5316).
DISCUSSION AND CONCLUSION: USG training might be a part of general surgery resident training program only a few center in our country. The experience gained in USG training and the evaluation of the learning curves of general surgery residents and the presentation of the literature to them will be helpful. Discussions on training techniques will guide other centers to plan this training.

13.Factors Associated with Activities Of Daily Living In Geriatric Patients With Cancer
Ali Alkan
doi: 10.5505/aot.2019.83702  Pages 277 - 281
GİRİŞ ve AMAÇ: İlerleyen yaşla birlikte günlük ihtiyaçları karşılama becerisi azalmaktadır. Kanser tanısı ile izlenen yaşlı hastaların, gerek hastalık gerekse uygulanan tedavilerin sonucu olarak günlük yaşam aktiviteleri etkilenmektedir. Çalışmada, geriatrik kanser hastalarının günlük yaşam aktivitelerini etkileyen faktörlerin değerlendirilmesi amaçlanmıştır.

YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmada, Tıbbi Onkoloji poliklinikte takip edilen, 65 yaş ve üzeri hastalar yüz yüze görüşme yöntemi ile değerlendirildi. Demografik ve hastalık özellikleri yanı sıra Lawton-Brody enstrümantal günlük yaşam aktivite (EGYA) ölçeğini içeren bir anket uygulandı.


BULGULAR: Çalışmada, 65 yaş ve üzeri 129 hasta değerlendirildi. EGYA skorlarının değerlendirilmesinde; 75 yaş altında olanlarda, çocuğu olmayanlarda, ilkokul ve üzeri eğitim seviyesine sahip olanlarda EGYA skorları daha yüksek saptandı; Çok değişkenli analizde; eğitim seviyesi düşük olması, düşük EGYA skorları ile ilişkili bulundu. (OR: 5.4(%95 GA 1.1-26.2), p= 0.035)

TARTIŞMA ve SONUÇ: Günlük yaşam aktivitelerinin değerlendirilmesi hastanın palyatif bakım veya rehabilitasyon ihtiyacının değerlendirilmesinde ve kognitif/fiziksel işlevselliğin incelenmesinde kolay ve hızlı bir değerlendirme aracıdır. Özellikle düşük eğitim seviyesine sahip geriatrik kanser hastalar GYA ölçeği ile değerlendirilip, risk altında olanlar çok yönlü geriatrik değerlendirme yöntemleri ile incelenmelidir.

INTRODUCTION: The ability to meet daily needs decreases with advancing age. As a result of both the disease and the treatments applied to the elderly patients who are followed up with the diagnosis of cancer, daily living activities are affected. The aim of this study was to evaluate the factors affecting activities of daily living in geriatric cancer patients.

METHODS: In this study, patients aged 65 years and older who were followed up in the Medical Oncology outpatient clinic were evaluated. In addition to demographic and disease characteristics, a questionnaire including Lawton–Brody Instrumental Activities of Daily Living Scale (IADL) was applied.

RESULTS: 129 patients aged 65 years and older were evaluated in the study. When the IADL scores were evaluated; it was found that IADL scores were higher in those under 75 years, those who do not have any children, and those with an education equal to or greater than primary school level. In multivariate analysis; low education level was associated with low IADL scores (OR: 5.4(%95 CI 1.1-26.2), p= 0.035).

DISCUSSION AND CONCLUSION: Evaluation of IADL is precious for determining the palliation or rehabilitation needs and cognitive/ physical functionality. Especially patients with low education level should be evaluated with IADL and patient under risk should be further evaluated with multidimensional geriatric assessment tools.


14.Calvarial Langerhans cell histiocytosis: single center experience of 29 cases
Sahin Hanalioglu, Ilkay Isikay
doi: 10.5505/aot.2019.75046  Pages 282 - 288
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmanın amacı kalvaryum yerleşimli Langerhans hücreli histiyositozların (LHH) epidemiyolojisi, klinik-radyolojik özellikleri, ayırıcı tanısı, histopatolojik karakteristikleri, tedavi stratejilerindeki kilit noktaları ve takip sonuçlarını 29 hastalık bir klinik seriden elde edilen deneyimler ışığında analiz etmek ve tartışmaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya 2001-2018 yılları arasında, kafatası yerleşimli soliter veya multiple LHH nedeniyle kliniğimizde ameliyat edilen tüm hastalar dahil edildi. Hasta epikrizleri, radyolojik görüntüleri, ameliyat notları, patoloji sonuçları ve takip verileri retrospektif olarak incelendi. Yaş, cinsiyet, lezyonun yeri ve büyüklüğü, görüntüleme özellikleri, cerrahi rezeksiyonun derecesi, histopatolojik özellikler, adjuvan tedavi, nüks, reoperasyon ve takip sonuçlarını içeren veriler toplandı.
BULGULAR: Toplam 29 hasta (15 erkek, 14 kız) tespit edildi. Hastaların biri dışında tamamı (%97) çocukluk yaş grubundaydı. Hastaların tanı anındaki yaş ortalaması 8,4±7,7 yıldı (ortanca yaş 8 yıl; aralık 1-38 yıl). Hastaların büyük çoğunluğu cilt altı şişlik / ele gelen kitle şikayeti ile başvurdu. Toplam 5 hastada multipl kalvaryal ve/veya diğer organ tutulumları tespit edildi. En sık yerleşim yeri parietal kemik idi. Multiple lezyonları olan 3 hastada sadece biyopsi yapılırken diğer tüm hastalarda tek veya primer lezyonun total eksizyonu sağlandı. Multipl lezyonları ve ek organ tutulumları olan olgulara kemoterapi uygulandı. Hastaların çoğunda olguda remisyon sağlanırken, takipte 2 hastada rezidü progresyonu tespit edildi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Benign ve nadir bir kafatası lezyonu olan LHH olgularında cerrahi total eksizyon tek başına en etkili ve başarılı tedavi yöntemidir. LHH şüphesi olan tüm hastalarda ayırıcı tanı iyi yapılmalı ve ekstrakalvarial lezyon bakımından tüm vücut taranmalıdır. Cerrahi olarak total eksizyonun mümkün olmadığı multipl ve/veya kafa kaidesi yerleşimli olgular ile nüks izlenen olgularda kemoterapötik ajanlar kullanılabilir.
INTRODUCTION: In this study, our aim was to analyse and discuss epidemiology, clinical and radiologic features, differential diagnosis, histopathologic characteristics, key elements of treatment strategies and follow-up results of Langerhans cell histiocytosis (LCH) in a 29-patient clinical series.
METHODS: All the patients who had been operated for multiple or solitary calvarial LCH between 2001-2018 in our clinic were included in our study. Patient discharge notes, radiologic workup, operation records, patholoy reports and follow-up data were retrospectively evaluated. Age, sex, location and size of the lesion; radiologic features, extent of resection, histopathologic features; adjuvant treatment, recurrence, reoperation and follow-up data were collected.
RESULTS: In total 29 patients (15 male, 14 female) were evaluated. Except one, all patients (97%) were under 18 years of age. Patients’ mean age at the time of diagnosis was 8.4±7.7 years (median 8; range 1-38). Most of the patients admitted with subdermal/palpable mass. In 5 patients there were multiple calvarial and/or other organ involvement. The most common location was parietal bone. In 3 patients with multiple lesions, only biopsy was performed; other patients undergone total extirpation of the primary/solitary lesion. Patients with multiple lesions and other organ involvement had chemotherapy. Most of the patients had a remission whereas two patients developed progression of residue in the follow-up period.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Langerhans cell histiocytosis is a benign and rare calvarial lesion, in which total surgical excision is an effective and succesful treatmet. A thorough evaluation of a patient with suspected LCH is needed for differential diagnosis and in order to identify extracalvarial lesions. In cases where total excision is not possible and for patients with multiple and/or skull base involvement chemotherapeutics may be used.

15.The Importance of Early Diagnosis in Iatrogenic Colon Perforation After Colonoscopy
Bülent Aksel, Mahmut Onur Kültüroğlu
doi: 10.5505/aot.2019.21447  Pages 289 - 292
GİRİŞ ve AMAÇ: Kolonoskopi, kolorektal hastalıkların tarama, tanı ve tedavisinde en önemli yöntemdir. Çalışmamızda iatrojenik kolon perforasyonunda erken müdahalenin önemine dikkat çekmek amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: 2014-2018 yılları arasında hastanemizde yapılan 9,840 kolonoskopi işlemi retrospektif olarak taranmıştır.
BULGULAR: Yapılan 9,840 kolonoskopi sonrasında toplamda 5 hastada iatrojenik perforasyon olduğu görülmüştür. Dört hastada perforasyonun işlem esnasında farkedildiği ve hemen işlem sonrasında müdahale edilerek laparoskopik stapler ile onarım yapıldığı görülmüştür. Bir hastanın ise kolonoskopi sonrası birinci günde farkedildiği ve Hartman prosedürü uygulandığı görülmüştür.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Kolonoskopi güvenli bir işlem olarak tanımlansa da nadiren komplikasyonlar görülmektedir. Kolonoskopi sonrasında görülen en morbid komplikasyon perforasyondur. Literatürde perforasyon oranı %0,005 ile %0,63 arasında gösterilmektedir. Çalışmamızda literatür ile uyumlu şekilde perforasyon oranı %0,051 olarak tespit edilmiştir. Perforasyonun erken dönemde tanınması ve müdahale edilmesi hasta morbiditesi açısından çok önemlidir. Erken dönemde tanı konması durumunda endoskopik onarım, laparoskopik primer onarım gibi morbiditesi daha düşük onarımlar yapılabilmektedir. Tanının gecikmesi durumunda ise batının kontamine olması nedeniyle Hartman prosedürü gibi daha morbid müdahalelerin yapılması gerekmektedir. İatrojenik perforasyon sonrasında tedavi yöntemi seçimi; hasta özellikleri, perforasyonun lokalizasyonu, boyutu ve perforasyon sonrası geçen süreye göre vaka bazlı yapılmalıdır.
INTRODUCTION: Colonoscopy is the most important method in the screening, diagnosis and treatment of colorectal diseases. In our study, it was aimed to emphasize the importance of early intervention in iatrogenic colon perforation.
METHODS: 9,840 colonoscopy procedures performed in our hospital between 2014-2018 were retrospectively reviewed.
RESULTS: After 9,840 colonoscopy, total iatrogenic perforation was observed in 5 patients.
In four patients, perforation was noticed during the procedure and immediately after the procedure was performed and repair was performed with laparoscopic stapler. One patient was noticed on the first day after colonoscopy and Hartman procedure was performed.

DISCUSSION AND CONCLUSION: Although colonoscopy is defined as a safe procedure, complications are rarely seen. The most morbid complication after colonoscopy is perforation. The perforation rate in the literature is between 0.005% and 0.63%. In our study, perforation rate was determined as 0,051% in accordance with the literature. Early recognition and intervention of perforation is very important for patient morbidity. In case of early diagnosis, endoscopic repair and laparoscopic primary repair can be performed with lower morbidity. In case of delayed diagnosis, more morbid interventions such as Hartman procedure should be performed because of the contaminated abdomen. Selection of treatment method after iatrogenic perforation; patient characteristics should be based on the location of the perforation, size and time after perforation.

16.Dosimetric Comparison of Three-Dimensional Conformal Radiotherapy, Forward-Planned Intensity Modulated Radiotherapy and Volumetric Modulated Arc Therapy in Intact Breast Radiotherapy without Lymphatic Irradiation
Zumrut Arda Kaymak Cerkesli, Fevziye İlknur Kayalı, Rahşan Habiboğlu
doi: 10.5505/aot.2019.06977  Pages 293 - 302
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmada; meme kanseri vakalarının çoğunluğunu oluşturan, lenf nodu tutulumu olmayan hastalarda, meme koruyucu cerrahi sonrası tüm meme radyoterapisi için en uygun tekniğin araştırılması amaçlanmıştır. Yaygın kullanılan üç boyutlu konformal radyoterapi (3DKRT), uygun maliyetli kabul edilen statik Yoğunluk Ayarlı Radyoterapi (sYART) ve yeni kullanıma giren Volümetrik Ayarlı Ark Terapi (VMAT) dozimetrik olarak karşılaştırıldı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmada sIMRT ile tedavi almış 16 sağ ve 19 sol meme kanseri tanılı hastanın bilgisayarlı tomografi(BT) simülasyon kesitleri kullanıldı. Tüm planlamalar Eclipse 10,0 sistemi ile yapıldı. Uygulanan doz total 50Gy/25fraksiyonda, konvansiyonel şema olarak belirlendi. Teknikler hedef volüm ve kritik organ (ipsilateral akciğer, kalp, kontrlateral meme ve kontrlateral akciğer) dozları açısından karşılaştırıldı.
BULGULAR: Üç teknik de Hedef Sarımı(TC) başarıyla sağlamıştır. sYART, 3DKRT’e göre Planlanan Hedef Volüm (PTV) maksimum dozunu (Dmax) düşürmektedir. En iyi PTV doz homojenitesi VMAT ile sağlanmıştır. sYART tüm kritik organ dozlarında 3DKRT’ye göre düşüş sağlamaktadır ve bu düşüş ipsilateral akciğer ortalama dozu(Dmean), Dmax, 40Gy ve üstü doz alan volüm(V40); kontrlateral meme Dmax ve V5 için istatistiksel olarak anlamlı bulunmuştur. VMAT diğer iki yönteme göre ipsilateral akciğer Dmax, V20, V30, V40 ve sol meme kanseri hastalarında kalp Dmax ve V35’i düşürmüştür; fakat ipsilateral akciğer Dmean, V5, V10; kontrlateral akciğer ve meme Dmean, Dmax, V5; sağ meme ca hastalarında kalp Dmax, Dmean, V5, V10; sol meme kanseri hastalarında kalp Dmean, V5, V10’u anlamlı yükseltmiştir.
TARTIŞMA ve SONUÇ: İntakt meme radyoterapisi için 3DKRT yerine sYART daha iyi dozimetri sağlamaktadır, bu sebeple mümkün oldukça tercih edilmelidir. VMAT ile daha homojen doz dağılımları sağlanır. Ayrıca VMAT ile ipsilateral kritik organ yüksek dozları düşerken, ipsilateral ve kontrlateral kritik organ düşük dozları anlamlı artış göstermektedir. Bu durumun sonuçları uzun takipli klinik çalışmalar ile incelenmelidir.
INTRODUCTION: The present study aimed to determine the most suitable technique for whole breast radiotherapy after breast conserving surgery in patients without lymph node involvement; those that constitute the majority of breast cancer cases. Three-dimensional conformal radiotherapy (3DCRT), that is widely used, forward planned intensity-modulated radiotherapy (forIMRT), that is accepted to be cost-effective, and volumetric modulated arc therapy (VMAT), that has become available recently, were dosimetrically compared.
METHODS: Computed tomography simulation cross-sections of 16 patients with right breast cancer and 19 patients with left breast cancer, who had been treated with forIMRT, were used in the study. All planning was done using Eclipse 10.0 treatment planning system. A conventional scheme consisting of a total dose of 50Gy given in 25 fractions was used. The techniques were compared in terms of target volume and critical organ (ipsilateral lung, heart, contralateral breast and contralateral lung) doses.
RESULTS: We successfully achieved target coverage (TC) by all three techniques. Forward IMRT led to a higher decrease in planned target volume (PTV) maximum dose (Dmax), in comparison to 3DCRT. The best PTV dose homogeneity was achieved with VMAT. forIMRT resulted in higher reductions in all critical organ doses when compared to 3DCRT, and the decrease was significantly higher in the ipsilateral lung mean dose (Dmean) and Dmax and the volume of ipsilateral lung receiving ≥40Gy (V40), and contralateral breast Dmax and V5. Compared to the other two methods, VMAT led to a greater decrease in Dmax, V20, V30 and V40 of the ipsilateral lung and Dmax and V35 of the heart in left breast cancer patients; but led to a significant increase in Dmean, V5 and V10 of the ipsilateral lung; Dmean, Dmax, and V5 of the contralateral lung and breast, and Dmax, Dmean, V5 and V10 of the heart in right breast cancer patients; and Dmean, V5, and V10 of the heart in left breast cancer patients.
DISCUSSION AND CONCLUSION: forIMRT provides a better dosimetry than 3DCRT for intact breast radiotherapy; therefore, it should be preferred, whenever possible. More homogeneous dose distributions are achieved with VMAT. Additionally, while ipsilateral critical organ high doses decrease by VMAT, ipsilateral and contralateral critical organ low doses show a significant increase. The outcomes of this condition should be studied in clinical studies with long-term follow-up.

17.Diverting Ostomies and their Complications in Mechanical Colorectal Anastomosis for Rectum Cancer: Retrospective Study
Bahadır Ondes, Niyazi Karaman, Bulent Aksel, Cihangir Ozaslan
doi: 10.5505/aot.2019.26213  Pages 303 - 307
GİRİŞ ve AMAÇ: Anastomoz kaçağı aşağı anterior rezeksiyon sonrası en ciddi komplikasyondur ve morbidite -mortalite oranlarını ve hastane kalış süresini uzatır. Bu çalışmada hastanemiz serisinde saptırıcı ostomilerin kolorektal anastomozlarda etkinlik ve güvenliğinin retrospektif olarak karşılaştırılması amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Hastanemizde 2005-2010 yılları arasında rektum adenokanseri tanısıyla elektif olarak opere edilerek ekstraperitoneal kolorektal veya koloanal anastomoz yapılıp saptırıcı ostomi açılmış tüm hastaların dosyaları geriye dönük olarak incelendi.
BULGULAR: Çalışmaya toplam 101 hasta alınmıştır. Hastaların 29'una (%28.7) neoadjuvan kemoradyoterapi (NAKRT) uygulanmıştı. Çalışma grubundaki hastaların 33'üne (%32.7) saptırıcı ostomi uygulanmıştı. Bu hastaların 31'ine (%93,9) ileostomi, ikisine ise kolostomi uygulanmıştı. NAKRT uygulanmış 29 hastanın 14'üne (%48.2) saptırıcı ostomi açıldığı ve bunun da istatiksel olarak anlamlı olarak yüksek olduğu saptandı (p=0.03). BMI <25 olan hastalardan sadece ikisine saptırıcı ostomi açılırken; BMI ≥25 olanların 31’ine saptırıcı ostomi açılmıştı ve aradaki bu fark istatiksel olarak anlamlı bulundu (p=0.0001). Cerrahi alan enfeksiyonu 24 hastada (%23.8) saptanan en sık komplikasyondu. Stoma açılan 33 hastanın 23'ünde (%69.6) stoma ilişkili komplikasyonların geliştiği gözlendi. Saptırıcı ostomi açılan hastaların dördünde (%12.2) dehidratasyon bulguları nedeniyle ek tedaviler uygulandığı saptandı. Parastomal cilt infeksiyonlarının ileostomi açılan 31 hastanın 14'ünde gözlendi (%45).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu hasta serisinde, NAKRT uygulanan ve BMI ≥ 25 olan hastalarda saptırıcı ostomi uygulama sıklığının yüksek olduğu saptanmıştır. Primer cerrahi sonrası en sık komplikasyon olarak cerrahi alan infeksiyonu 24 hastada (%23.8) saptanmıştır. Bu hasta serisinde en sık rastlanan stoma komplikasyonları sıklık sırasıyla; deri irritasyonları (%42.4), dehidratasyon (%12,1), stoma kanaması (%6.1), mükokütanöz ayrışma (%6.1) ve stoma revizyonu (%3) ihtiyacıdır. Saptırıcı ostomi uygulanan hastalarda bu komplikasyonlar açısından dikkatli olunmalıdır.
INTRODUCTION: Anastomotic leakage after low anterior resection is the most serious complication and increases the morbidity and mortality rates and prolonges length of stay. In this study, the effectiveness and safety of diverting ostomies in colorectal anastomosis was compared retrospectively.
METHODS: The charts of all patients with diverting ostomies operated with extraperitoneal colorectal or coloanal anastomosis electively due to rectal adenocarcinoma between 2005-2010 were examined retrospectively.
RESULTS: A total of 101 patients were included in the study. Twentynine (28.7%) patients were given neoadjuvant chemoradiotherapy (NAKRT). Diverting ostomy was applied to 33 of the patients (32.7%) in the study group. Diverting ileostomy was performed to 33 (93.9%) of these patients, colostomy in the remaining two. Diverting ostomy was applied to 14 of 29 patients (48.2%) treated with NAKRT (p = 0.03). While the diverting ostomy was applied in 31 patients with BMI ≥25, it was used only in two patients with BMI <25 (p = 0.0001). Surgical site infection was the most frequent complication in 24 patients (23.8%). Stoma related complications were observed in 23 patients (69.6%). Additional treatments for dehydration were needed in 4 (12.2%) patients. Parastomal skin infections were observed in 14 of 31 patients (45%) with ileostomy
DISCUSSION AND CONCLUSION: In this series of patients, the diverting ostomy applications were found to be more frequent in patients with BMI ≥ 25 and treated with NAKRT. In this series of patients, the most common stoma complications were; skin irritations (42.4%), dehydration (12.1%), stoma bleeding (6.1%), mucocutaneous dehiscence (6.1%) and the need for stoma revision (3%). In terms of these complications care should be taken in patients undergoing diverting ostomy.

18.Comparison of infiltration analgesia and pectoral nerve block in the pain management after mastectomy for breast cancer
Güldeniz Argun, Idıl Kaya, Süheyla Ünver
doi: 10.5505/aot.2019.26928  Pages 308 - 312
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmamızda onkolojik nedenli mastektomi sonrası ağrı tedavisi için uygulanmış infiltrasyon analjezisi ve pektoral sinir bloğu yöntemlerini, ağrı skorları, total analjezik tüketimi ve post anestezi bakım ünitesinden taburculuk süresine etkisi yönünden birbirlerine üstünlüklerini karşılaştırmayı amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Etik kurul izni ve hasta onamları alındıktan, meme kanseri nedeniyle mastektomi uygulanmış, 18-80 yaş arası 60 hasta çalışmaya alındı. Postoperatif analjezi amacıyla pektoral sinir bloğu uygulanmış hastalar Grup I, infiltrasyon analjezisi uygulanmış hastalar ise Grup II olarak iki gruba ayrıldı. Bütün hastalara intraoperatif tenoxicam 20 mg uygulandı. Hastaların operasyon sonrası ağrıları Visual Analog Scala (VAS) ile 1, 6, 12 ve 24. saatlerde değerlendirildi. VAS değeri 3 üzeri olan hastalara tramadol 1mg/kg ve gerekirse morfin (0.5-1 mg) uygulandı. Postoperatif ilk 24 saatte tükettikleri toplam analjezik miktarları, post anestezik bakım ünitesinde kalış süreleri, bulantı-kusma ve diğer yan etki oranları kaydedildi, sonuçlar istatistiksel olarak değerlendirildi.
BULGULAR: Demografik özellikler iki grupta benzerdi. Postoperatif VAS ortalamaları pektoral sinir bloğu grubunda 1, 6, 12 ve 24. saatlerde infiltrasyon analjezisi grubuna göre anlamlı olarak düşük bulundu. Hastaların yirmi dört saatte tükettikleri total analjezik miktarı, bulantı-kusma, diğer yan etki oranları ve post anestezi bakım ünitesinde kalış süresi pektoral sinir bloğu grubunda anlamlı olarak düşüktü.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmamızda onkolojik meme cerrahisi sonrası ağrı yönetiminde, pektoral sinir bloğu yöntemi infiltrasyon analjezisi yöntemine göre üstün bulundu. Sonuç olarak, meme kanseri nedenli mastektomi sonrası, pektoral sinir bloğunu etkili bir ağrı yönetimi ve post anestezik bakım ünitesinden erken taburculuk sağladığı için tavsiye ediyoruz.
INTRODUCTION: In this study, we aimed to compare the superiority of infiltration analgesia and pectoral nerve block methods on pain scores, total opioid consumption and discharge time from post anesthesia care unit (PACU) of patients after oncologic mastectomy.
METHODS: After approval of the ethics committee and patient consent, sixty patients who underwent mastectomy for breast cancer between 18-80 years of age were included in the study. Patients were divided into two groups, who underwent pectoral nerve block for postoperative analgesia as Group I and infiltration analgesia as Group II. Intraoperative tenoxicam of 20 mg was applied to all patients. Postoperative pain was evaluated with Visual Analog Scala (VAS) at the 1st, 6th, 12th and 24th hours. Patients with a VAS of more than 3 were given tramadol 1 mg/kg and morphine (05-1 mg) if necessary. In the first 24 hours postoperatively, total analgesic consumption, discharge time from PACU, rates of nausea, vomiting and other side effects of patients were recorded and results were evaluated statistically.
RESULTS: Demographic characteristics were similar in two groups. Postoperative VAS scores were significantly lower in the pectoral nerve block group at the 1st, 6th, 12th and 24th hours compared to the infiltration analgesia group. The total analgesic consumption, nausea- vomiting rate, and discharge time from PACU were significantly lower in the pectoral nerve block group.
DISCUSSION AND CONCLUSION: In our study, pectoral nerve block method was found superior to infiltration analgesia method on postoperative pain management in oncologic breast surgery. In conclusion, we recommend the pectoral nerve block to supply effective pain management and early discharge time from PACU after mastectomy for breast cancer.

19.The role of Nicotiana rustica (Maras powder) in the etiology of bladder carcinoma
Taha Numan Yıkılmaz, Serdar Toksoz
doi: 10.5505/aot.2019.98598  Pages 313 - 317
GİRİŞ ve AMAÇ: Sigara kullanımı mesane kanseri riskini 2-4 kat kadar artırmakla birlikte farklı tütün tipleri ile ilgili bu etki tam olarak kanıtlanamamıştır. Bu çalışmada halk arasında “Maraş otu” olarak bilinen Nicotiana Rustica’nın mesane kanseri üzerindeki etkisi araştırıldı.


YÖNTEM ve GEREÇLER: Kliniğimizde 2014-2019 yılları arasında mesane tümörü nedeniyle transüretral mesane tümörü (TUR-M) rezeksiyonu gerçekleştirdiğimiz 98 olgunun verileri retrospektif olarak incelenerek 41 olgu çalışma kriterlerine uygun bulundu. Olgular düzenli sigara kullanımı, Maraş otu kullanımı ve hiçbirini kullanmayan olarak 3 ayrı gruba ayrıldı. Elde edilen veriler ışığında gruplar arası karşılaştırma yapıldı.
BULGULAR: Çalışmaya uygun bulunan 41 olgunun 29’u (%71) erkek iken 12 tanesi (%29) kadın idi. Olguların yaş ortalaması 63 yıl (51-79 yıl) şeklinde hesaplandı. Tüm olgular kullanılan tütüne göre gruplandırıldığında; grup 1 sadece sigara kullanan olgular, grup 2 sadece maraş otu kullanan olgular ve grup 3 ise hiçbir tütün mamülü kullanmayan olgulardan oluşmaktaydı. Olguların %51’inde sigara kullanım öyküsü mevcut iken; %15’inde maraş otu kullanımı bulunmaktaydı. Maraş otu kullanan 6 olgunun 5 tanesi günde 5 ten fazla ot kullanmakta iken bunların tümünde T1 tümör izlenmiş 5 ten az kullanımı olan tek olgu ise Ta patolojisine sahiptir.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Maraş otu kullanımı ile mesane kanseri arasında ilişki sigara ile mesane kanseri arasındaki ilişkiye göre zayıf anlamlı kalmıştır. Ancak hiçbir tütün ürünü kullanmayan gruba göre anlamlı derecede yüksek izlendi.

INTRODUCTION: It is accepted that smoking increases the risk of bladder cancer by 2-4 times however studies evaluating the relationship between the use of different tobacco types and bladder carcinoma are limited. In this study, the effect of Nicotiana Rustica, known as Maraş powder, on bladder cancer was investigated.

METHODS: The data of 98 patients who underwent transurethral bladder tumor (TUR-M) resection due to bladder tumor in our clinic between 2014-2019 were evaluated retrospectively and 41 cases were found to be in accordance with the study criteria. Cases were divided into three groups: regular smoking, Maras powder and none. In the light of the data obtained, a comparison was made between the groups.
RESULTS: Of the patients diagnosed with bladder carcinoma, 71% were male and 29% were female. The mean age of the patients was 63 years (51-79 years). When all cases were grouped according to the tobacco used; group 1 consisted only of cases using cigarette, group 2 using only smokeless tobacco, and group 3 consisted of cases using no tobacco products; 51% of these patients smoked and 15% used Maras powder. It was seen that 5 of the 6 patients who used Maras powder used more than 5 herbs per day and all of these cases had T1 tumors; the only one case with Ta pathology which using less than 5 herbs.

DISCUSSION AND CONCLUSION: The relationship between the use of Maras powder and bladder cancer remained poorly significant compared to the relationship between smoking and bladder cancer. However, it was found to be higher than non-tobacco_

20.The effect of metastatic focus on survival after cytoreductive nephrectomy in renal cell carcinoma: Experience of a single center
İsmail Selvi, Erdem Öztürk
doi: 10.5505/aot.2019.48403  Pages 318 - 327
GİRİŞ ve AMAÇ: Metastatik renal hücreli karsinomda (RHK) yeni geliştirilen hedefe yönelik tedavilere rağmen halen sağkalım oranları düşüktür. En sık metastaz gözlenen alanlar arasında yer alan akciğer, karaciğer ve kemik tutulumu içerisinde, özellikle de kemik metastazı saptanan olgular daha kötü prognoz ile ilişkilendirilmektedir. Çalışmamızda RHK’da metastaz odağının onkolojik sonuçlara etkisini belirlemeyi ve genel sağkalıma etki eden diğer prognostik faktörleri de değerlendirmeyi amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Ocak 2009-Aralık 2016 tarihleri arasında, tanı anında metastaz saptanan ve sitoredüktif nefrektomi yapılan RHK olgularından, verilerine tam olarak ulaşılabilen 35 hasta retrospektif olarak değerlendirildi. Hastaların demografik, patolojik, klinik verileri, nefrektomi sonrası progresyon durumları ve sağkalım verileri kaydedilerek, hastalar kemik metastazı bulunanlar (Grup I) ve sadece visseral organ metastazı olanlar (Grup II) şeklinde iki gruba ayrıldı.
BULGULAR: Hastaların ortalama yaşı 59.20 ± 11.72 olup, ortanca 11 (2-90) aylık takip süresi boyunca 25 (% 71.4) hastada progresyon, 27 (%77.1) hastada ölüm gerçekleşmiştir. Grup I' de IMDC (p=0.008) ve MSKCC risk skorları (p=0.025) Grup II' ye göre daha yüksek bulunurken, yine Grup I' de progresyon (%85.0 vs. %53.3, p=0.04) ve ölüm (%90.0 vs. %60.0, p=0.036) oranları anlamlı olarak daha yüksek gözlendi. Öngörülen genel sağkalım süresi, Grup I'de anlamlı olarak daha düşük bulundu (18.60 vs. 43.60 ay, p=0.036). Çok değişkenli analizde, IMDC skoru progresyonsuz sağ kalımı öngörmede; Fuhrman derecesi, metastaz odağının kemik olması ve IMDC skoru ise genel sağkalımı öngörmede bağımsız prediktif faktörler olarak bulundu.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Kemik metastazlı RHK olgularında özellikle de eşlik eden visseral organ metastazı, multipl kemik tutulumu, aksiyel kemik tutulumlarında genel sağkalımın azaldığı görülmektedir. Bu hastalarda, beyin dışındaki diğer visseral organ tutulumu olan olgulara göre daha kötü prognoz gözlendiğinden, daha yakın takip gerekmektedir. Ayrıca hayat kalitesini düşüren kemikle ilişkili olay gözlenme oranları da daha yüksek olduğundan, uygulanabilecek kemiğe yönelik farklı lokal palyatif tedaviler konusunda daha dikkatli davranılmalıdır.
INTRODUCTION: Despite the newly developed targeted therapies in metastatic renal cell carcinoma (RCC), survival rates are still low.The most common metastatic areas are lung, liver and bone. Among these, especially cases with bone metastasis are associated with worse prognosis. In this study, we aimed to determine the effect of metastatic focus on oncologic outcomes in RCC and to evaluate other prognostic factors affecting overall survival.
METHODS: Between January 2009 and December 2016, 35 patients with metastatic RCC who underwent cytoreductive nephrectomy were evaluated retrospectively.Demographic, pathological, clinical data, progression status and survival outcomes after nephrectomy were recorded and the patients were divided into two groups: those with bone metastases (Group I) and those with only visceral organ metastasis (Group II).
RESULTS: The mean age of the patients was 59.20±11.72 years.During the median follow-up period of 11 (2-90) months, 25 patients (71.4%) had progression and 27 patients (77.1%) died.IMDC risk score (p=0.008),MSKCC risk score (p=0.025), progression rate (85.0% vs 53.3%, p=0.04) and mortality rate (90.0% vs 60.0%), p = 0.036) were found to be significantly higher in Group I. The predicted overall survival was significantly lower in Group I (18.60 vs. 43.60 months, p=0.036).In multivariate analysis, IMDC score was found to be independent predictor for progression-free survival. On the other hand, Fuhrman grade, bone involvement and IMDC score were independent predictors for overall survival.
DISCUSSION AND CONCLUSION: It is seen that overall survival decreases especially in the presence of accompanying visceral organ metastasis, multiple or axial bone involvement in RCC with bone metastases.Closer follow-up is required for cases with bone metastasis because these patients have worse prognosis than those with visceral organ involvement except for brain.In addition, the rates of bone-related events are higher in these patients and cause decrease in quality of life.Therefore, different local palliative treatments for bone should be chosen more carefully.

CASE REPORT
21.Acute Renal Failure Due to the Giant Vıllous Adenoma of Colon: McKittrick-Wheelock Syndrome
Ebru Esen, Ramazan Saygın Kerimoğlu
doi: 10.5505/aot.2019.38991  Pages 328 - 331
Kolonun malign tümörleri genellikle benign adenomlardan köken almaktadırlar. Büyük boyutlu ve villöz komponenti olan adenomların malignleşme potansiyelleri diğer adenomlara göre daha fazladır. Adenomlar genellikle asemptomatikdirler ancak boyutları arttıkça kanama, tenesmus, obstruksiyon, intusepsiyon gibi semptomlara neden olabilirler. Villöz adenomların bir kısmını oluşturan sekretuar adenomlara bağlı mukuslu diare görülebilir. Sekretuar adenomlar genellikle rektosigmoid bölgede yerleşir ve 4 cm’den büyüktürler. McKittrick-Wheelock sendromu, rektal sekretuar villöz adenoma bağlı olarak gelişen; kronik mukuslu diare, renal yetmezlik ve elektrolit imbalansı triadı ile karşımıza çıkmaktadır. Literatürde yaklaşık olarak 100 civarında vaka bildirilmiştir. Sendroma sebep olan villöz adenom; büyük boyutu ve histolojik tipi nedeni ile invaziv kanser için yüksek risk taşımaktadır. Tedavi edilmediği taktirde metabolik kollaps ve malignite gibi yıkıcı sonuçları olan bu sendromun sekretuar diare ayırıcı tanıları arasında unutulmaması gerekmektedir. Erken tanı ve uygun tedavi ile hayat kalitesinde artma ve belirgin sağkalım avantajı sağlanabilir. Bu olgu sunumunda McKittrick-Wheelock sendromuna sebep olan en büyük boyutlu adenomlardan birinin tespit edildiği ve rektum kanseri tanısı alan bir hastanın bilgilerini sunmayı amaçladık.
Malignant tumors of the colon usually originate from benign adenomas. Adenomas with large size and villous component have higher malignancy potential than other adenomas. Adenomas are usually asymptomatic, but as their size increase, they may cause symptoms such as bleeding, tenesmus, obstruction, intussusception. Mucous diarrhea can be seen due to secretory adenomas that constitute the subgroup of villous adenomas. Secretory adenomas are usually located in the rectosigmoid region and are larger than 4 cm. McKittrick-Wheelock syndrome is characterized by chronic mucous diarrhea, renal failure and electrolyte imbalance due to rectal secretory villous adenoma. Approximately 100 cases have been reported in the literature. Adenoma causing McKittrick Wheelock syndrome carries a hıgh rısk for the development of ınvasıve cancer due to its bıg sıze and hıstologıc sub-type. This syndrome can be fatal due to the metabolic collapse or possible malignancy however early diagnosis and proper treatment may increase quality of life and serve a significant survival advantage for the patients. The importance of being aware of McKittrick-Wheelock syndrome and the need to include this diagnosis in the work up of patients with secretory diarrhea should be highlighted.In this case report, we aimed to present a patient who was diagnosed with rectal cancer and was diagnosed as one of the largest adenomas causing McKittrick-Wheelock syndrome.

22.Malign Melanoma with Bone Marrow Involvement: A Case Report
İbrahim Yıldırım, Özcan Saygılı, Ayşe Temizel Taşlı, Nurbuke Sarkisla, Sedef Çakar, Eşref Oğuz Güven, Fisun Ardic Yukruk, Ömer Canpolat
doi: 10.5505/aot.2019.46330  Pages 332 - 335
Nodüler tip malign melanom nadir görülen bir malign melanom alt tipidir. Sıklıkla ileri evrede tanı alır ve kötü prognozludur. Bu olgu sunumunda nadir olarak rastlanan, karakteristik cilt bulguları olan, kemik iliği tutulumu ve yaygın damar içi pıhtılaşma tablosunun bir arada bulunduğu bir nodüler tip malign melanom vakası sunuyoruz.
Nodular type malignant melanoma a rare subtype of malignant melanoma with poor prognosis. It is often diagnosed at advanced stage. In this case report, we present a metastatic malign melanom case with bone marrow involvement and dissemine intravascular haemolysis.

INVITED REVIEW
23.Current Treatment Options and New Developments in Metastatic Breast Cancer
Ulku Yalcintas Arslan, Berna Oksuzoglu
doi: 10.5505/aot.2019.99266  Pages 336 - 347
Metastatik meme kanserinde sağkalım sonuçları son 20 yılda iyileşme gösterse de halen kadınlarda önemli bir morbidite ve mortalite nedeni olmaya devam etmektedir. Son yıllarda geliştirilen yeni tedavi ajanları ile hormon reseptörü pozitif metastatik meme kanserinde ve/veya HER2-pozitif tümörlü hastalarda anlamlı sağkalım artışları sağlanmıştır. Kombinasyon veya tek ajanlı tedavide, metastatik üçlü negatif meme kanserinin sağkalımı açısından bilinen sitotoksik ajanlarla anlamlı bir iyileşme sağlanamamıştır. Bu derleme güncel tedavi yaklaşımları ve metastatik meme kanseri için yeni tedavi arayışlarına odaklanmıştır.
Although, life expectancy of metastatic breast cancer has improved over the last 20 years, it still remains a significant cause of morbidity and mortality in women. New drugs that were developed in recent years have provided significant survival benefits in the treatment of hormone receptor positive and/or HER2-positive breast cancer. Whether in combination or single-agent therapy, no significant improvement were obtained with the known cytotoxic agents in terms of survival of metastatic triple negative breast cancer. This review has focused on the current treatment approaches and the trials seeking challenging treatment options for metastatic breast cancer.

24.Physiotherapy Of Pain In Patients With Cancer Receiving Palliative Care
Mesut Ergan, Zeliha Başkurt
doi: 10.5505/aot.2019.80557  Pages 348 - 355
Ülkemizde, sağlık sistemine yakın zamanda giren palyatif bakım hizmetleri giderek yaygınlaşmaktadır. Ağrı, palyatif bakım ünitelerinde hastaların yaşam kalitesini etkileyen en önemli semptomdur. Kanserle ilişkili ağrı, sinir hasarı veya duyu tipi mekanizmasına dayanarak kolayca kategorize edilebilir, ancak çoğu ağrı aslında karışıktır. Bu sebeple hasta ve ağrı nedeniyle ilgili güvenilir bilgiler hemen sağlanmalı ve ağrıyı değerlendirmek için kabul görmüş ağrı ölçekleri kullanılmalıdır. Palyatif onkolojide çeşitli farmakolojik ve invaziv girişimlerin yanı sıra ağrı tedavisinde etkinliği gösterilmiş fizyoterapi uygulamaları da kullanılmalıdır. Ağrı tedavisi çok modlu bir yaklaşımı içerir. Fizyoterapi; terapötik egzersizler, manuel tedavi teknikleri, gevşeme, postüral re-eğitim, pozisyonlama, mobilite, TENS, sıcak veya soğuk uygulama ve masaj gibi birçok yöntemi içerebilir. Ayrıca, ağrı tedavisine aktif katılım için, hastaya ve ailesine mutlaka eğitim verilmelidir. Bu şekilde palyatif onkolojide ağrı tedavisi daha başarılı bir şekilde gerçekleştirilebilir. Bu derlemenin amacı, palyatif onkolojide ağrı ve fizyoterapisi ile ilgili bilgileri ele almaktır.
The palliative care services that have recently got into the health system are becoming more common in our country. Pain is the most important symptom that affects the quality of life of the patients in palliative care units. Cancer-related pain can be easily categorized based on nerve damage or sensory-type mechanism, but most pain is actually complicated. Therefore, reliable information on the patient and the cause of pain should be provided immediately, and accepted pain scales should be used to assess pain. Except from the various pharmacological and invasive procedures in palliative oncology, physiotherapy applications that have been shown to be effective in the treatment of pain should also be used. Pain therapy involves a multimodal approach. Physiotherapy can include many methods such as therapeutic exercises, manual therapy techniques, relaxation, postural re-training, positioning, mobility, TENS, hot or cold application and massage. In addition, for active participation in pain therapy, the patient and his / her family should be educated. Pain treatment in palliative oncology can be performed more successfully with these applications. The aim of this review is to determine the knowledge about pain and physiotherapy in palliative oncology.

LookUs & Online Makale