ISSN 0304-596X | E-ISSN: 2148-7669
Acta Oncologica Turcica - Acta Oncol Tur.: 39 (2)
Volume: 39  Issue: 2 - 2006
1.Meme Kanserli Hastalarda Menopozal Semptomlara Yaklaşım
Jale METİNDİR
Pages 71 - 79
Meme kanserli hastaların sağkalım hızlarındaki düzelme, meme kanseri için yapılan tedavilerin sonucu olarak direkt veya uzun yaşam süreleri nedeniyle indirekt olarak gelişen östrojen eksiklik belirtilerinin daha fazla kadın için sorun olmasına sebep olmuştur. Östrojen seviyesindeki düşme sonucu hipotalamik ısı regüiasyon merkezi, vajen, deri, vasküler endotel, düz kas ve kemik gibi değişik doku ve organlar etkilenmektedir Sağlıklı kadınlarda menopozal semptomlar için en etkili tedavi progesteronlu veya progesteronsuz östrojen replasman tedavileridir. Son dönemlerde, menopozda hormonaI içerikli ilaçların kullanımı ile ilgili; “The Women’s Health Initiative Study (WHI)” ve “The Million VVomen Study (MWS)"gibi klinik çalışmalar yapılmış ve meme kanserli hastalarda hormon replasman tedavisi tartışmalı hale gelmiştir. Bu grup hastalarda prospektif randomize çalışmaların sonuçlan alınana kadar hormon replasman tedavisi standart tedavi olarak önerilmemelidir. Fitoöstrojenler çeşitli derecede östroje-nik aktivite gösteren bitkisel kaynaklı bileşiklerdir. Fitoöstrojenlerin menopozal kadınların sağlığı üzerindeki etkilerini değerlendiren pek çok çalışma vardır. Antidopaminerjik bileşikler (metildopa ve veraliprid gibi) ve a-adrenerjik reseptör agonistleri (klonidin gibi), selektif serotonin re-uptake inhibitörleri (SSRI) sıcak basması ve premenstrüal semptomların düzeltilmesi amacıyla kullanılmıştır. Meme kanserli hastalarda menopozal semptomlar için etkili ve güvenli hormonaI olmayan tedavilere acilen ihtiyaç vardır. Kanser hikayesi olan menopozal semptomlu hastalara hasta merkezli, multidisipliner yaklaşımlar gereklidir.
Because of improved survival rates in breast cancer, more women are having to face the conseçuences of estrogen depri-vation, be it directly as a result of their treatment or indirectly simply through living longer. The resulting fail in estrodiol levels af-fect various tissues and organs, including the hypothalamic temparature-regulating centre, vagina, skin, vascular endothelium, smooth muscle, and bone. Estrogen replacement therapy (with and without added progestins) is the most effective treatment for menopausal symptoms in healthy vvomen. Recently, some studies related with hormonaI treatment at menopause were perfor-med; The IA/omen's Health Initiative Study (WHI), The Million Women Study (MWS) and the use of hormone replacement therapy in breast cancer survivors in controversial, and until the results from prospective randomized trials are available, cannot be recommended in this group as a Standard çare. Phytoestrogens are a large family of plant-derived molecules possessing various degrees of estrogen-like activity. There have been several studies performed with phytoestrogen in various aspects of the postmenopausal vvomen health. Antidopaminergic compounds (such as methyidopa and veralipride) and a-adrenergic-receptor agonists (such as clonidine), selective seratonin reuptake inhibitors (SSRI) were used for menopausal hot flashes and preme-nopausal symptoms. Safe and effective non-hormonal treatments for severe menopausal symptoms after breast cancer are ur-gently needed. The management of menopausal symptoms in patients with a history of cancer requires a patient-centred, but multidisciplinary approach.

2.Meme Kanserinde Aksilla Negatif Olguları Doğru Belirlemek İçin En Az 10 Lenf Nodu Çıkarılması Yeterli midir?
Kaptan GÜLBEN, Mustafa YİĞİT, Uğur BERBEROĞLU
Pages 80 - 84
Arka Plan: Bu çalışmanın amacı, aksiller disseksiyonda tüm aksillayı güvenli bir şekilde temsil edecek minimum lenf nodu sayısını beiiriemektir. Yöntem: Ekim 1999-Ağustos 2002 tarihleri arasında tedavi edilen 411 erken evre meme kanserli hastanın kayıtları retrospektif olarak değerlendirildi. Çıkarılan toplam aksiller lenf nodu sayısı, metastatik lenf nodu sayısı, tümör boyutu, grad ve lenfovasküler invazyon varlığı incelendi. Bulgular: Hastaların %60’ında aksiller lenf nodu metastazı saptandı. Çıkarılan ortalama lenf nodu sayısı 20.2 ± 0.4, metastatik lenf nodu sayısı ise 3.6 ± 0.3 olarak bulundu. Aksillasından toplam 6-15 lenf nodu ile 16 ve üzeri lenf nodu disseke edilen hastalar arasında metastatik lenf nodu oranı bakımından anlamlı fark olduğu tespit edildi (sırasıyla %45 ve %78). En yüksek aksiller metastaz oranı, 16-20 lenf nodu çıkarılan hastalarda saptandı (%68). Yirmi’den fazla lenf nodu çıkarılan grupta aksiller metastaz oranı daha yüksek değildi. Sonuçlar: Genel olarak aksi İlası negatif meme kanserli hastaları güvenle belirlemek için, aksiller disseksiyonla minimum 10 lenf nodu çıkarılması gerektiği kabul edilmekle beraber, bu çalışmanın sonuçlarına göre bu sayının en az 16 olması gerektiği ileri sürülebilir.
Background: The aim of this study is to determine the minimum number of lymph nodes that confidently represents the complete axilla in an axillary dissection. Methods: The medical records of 411 patients vvith early breast cancer treated betvveen October 1999 andAugust 2002 were evaluated retrospectively. Total number of axillary lymph nodes removed, number of metastatic nodes, tumoursize, grade, and presence of lymphovascular invasion were revievved. Results: Axillary node metastases were detected in 60% of patients. The mean number of nodes collected was 20.2±0.4, vvith a mean of 3.6 ± 0.3 metastatic nodes. There was a significant difference in terms of the rate of metastatic nodes betvveen the patients vvith 6-15 nodes removed and those vvith 16 or more removed, 45% and 78%, respectively. The highest rate of metastatic nodes was determined in patients vvith 16-20 nodes removed (68%). The rate of axillary metastasis was not higher in group vvith more than 20 nodes removed. Conclusions: Although it is generaiiy considered that minimum 10 lymph nodes should be removed in an axillary dissectin to confidently determine the patients vvith breast cancer who had negative axiiiary node status, according to the results of this study, hovvever, it might be stated that the number of lymph nodes collected should be minimum 16.

3.Tiroid Nodüllerinin İnce İğne Aspirasyon Biyopsisinde 21 G ve 22 G Enjektör İğnelerinin Karşılaştırılması*
Bilgin Kadri ARIBAŞ, Dilek Nil ÜNLÜ, Gürbüz DİNGİL, Sevim ÖZDEMİR, Pelin DEMİR, Zekiye Pekol ŞİMŞEK, Ümit ÜNGÜL, Aliye Ceylan ZARALI
Pages 85 - 89
Tiroid bezi nodüllerinin US kılavuzluğundaki ince iğne aspirasyon biyopsisi (İİAB) yönteminde, 21 G ve 22 G enjektör iğnelerinin sitolojik açıdan karşılaştırılması, çalışmamızın amacını oluşturmaktadır. Eylül 2005-Ocak 2006 tarihleri arasında yeşil uçlu 21 G iğne ile yapılan 102 adet İİAB’nin (Grup 1), Şubat 2006-Mayıs 2006 tarihleri arasında siyah uçlu 22 G iğne ile yapılan 136 İİAB'nin (Grup 2) sitolojik sonuçlarını istatistiksel olarak inceledik. Olguların malign (pozitifj/benign (negatif) oranları Grup 1 ile Grup 2 arasında farklı değildi (p= 0.292). Yaş, cinsiyet, biyopsiyi yapanlar, kullanılan enjektörler, nodul boyutu ve özellikleri her iki grupta benzerdi (p> 0.05). Biyopsi sonuçları kan elemanları ve yetersiz materyal gelen olgular ile yalancı pozitif veya negatif olduğu takibinde anlaşılan olgular başarısız, doğru pozitif ve negatif çıkan olgular ise başarılı kabul edildi. Şüpheli malign sonucu gelenler dahil/hariç tutularak her iki durumda analiz yapılmıştır, iğne gruplan arasındaki başarı karşılaştırılmışım Olguların yaş ortalaması 47.5 ± 12.3 yaş (Grup 1 ’de 46.8 ± 12.5, Grup 2’de 48.0 ± 12.2), erkek/kadm olgu %30.8 (Grup 1 ’de %37.8, Grup 2’de %25.9) idi. Değerlendirmeye alınan Grup 1 olgularının %15.11 (13 olgu) başarısız, %84.9’u (73 olgu) başarılı, Grup 2 olgularının %8.3'ü (10 olgu) başarısız, %91.7’si (110 olgu) başarılı bulunmuştur. Grup 2 daha başarılı olmasına karşın, 2 grup arasında istatistiksel fark anlamlı bulunmamıştır (p= 0.127). Şüpheli malign olgular da dahil edildiğinde sonuç değişmemiştir (p= 0.102). Toplam 238 olguda, genel doğruluk %87.4, pozitif prediktif değer %100 ve negatif prediktif değer %85.0 bulunmuştur. Komplikasyon her iki grupta da görülmemiştir. Tiroid bezi İİAB’sinde 22 G siyah uçlu iğne ile 21 G yeşil uçlu iğne olgularına göre yüzde başarı oranı, istatistiksel fark önemli olmamasına karşın, daha fazla bulunmuştur. 21 G veya 22 G iğne ile daha ince iğne karşılaştırması, başarı oranını istatistiksel olarak anlamlı derecede artırabilir.
To compare cytological betvveen 21 G and 22 G injector needles in the US-guided fine-needle aspiration biopsy (FNAB) met-hod of thyroid gland nodules forms the basis of our study. We statistically evaluated cytological results of 102 FNAB performed vvith 21 G (green) needles betvveen 2005 September-2006 January (Group 1) and 136 FNAB vvith 22 G (black) needles betvveen 2006 February-2006 May (Group 2). The rates of maügnant (positive)/berıign (negative) were not different between Group 1 and Group 2 (p= 0.292). Age, gender, performers of FNAB, injectors used, size and features of nodules were similarat eithergroup (p> 0.05). The patients whose biopsy results were blood elements and non-diagnostic and who were found false positive or faise negative at follow-up were accepted unsuccess-ful, whereas the patients who were true positive or true negative were successful. Analysis was performed in both conditions where the patients diagnosed as suspected maiignant were included/excluded. Success was compared betvveen both needle groups. The mean age of the patients and male/women ratio were 47.5 ± 12.3 years (46.8 ± 12.5 in Group 1, 48.0 ± 12.2 in Group 2) and 30.8% (37.8% in Group 1, 25.9% in Group 2) respectiveiy. 15.1% (13 cases) of Group 1 was unsuccessful and 84.9% (73 cases) successful; whereas 8.3%> (10 cases) of Group 2 was unsuccessful and 91.7% (110 cases) successful. Although Group 2 was more successful; the statistical difference was not significant betvveen 2 groups (p= 0.127). The result was the same in including of suspected maiignant cases (p=0.102). İn total 238 cases, 87.4% in accuracy, 100% in positive predictive value, and 85.0% in negative predictive value were found. No complication was observed in either group. Success rate percent, despite not significant statistical difference, in the cases of thyroid FNAB vvith 22 G needles (black) was higher than that vvith 21 G needles (green). To compare 21 G or 22 G needles vvith the thinner needles can make significant increase in the success rate statistically.

4.Adrenal Bez Kitlelerinde Ultrasonografi Eşliğinde Yapılan İnce İğne Aspirasyon Biyopsisinin Etkinliği
Bilgin Kadri ARIBAŞ, Gürbüz DİNGİL, Ümit ÜNGÜL
Pages 90 - 95
Çalışmamızda, kliniğimizde son 12 yılda (1992-2004) yapmış olduğumuz adrenal bez tezyonu olan 33 olguda, yalnızca US eşliğindeki ince iğne aspirasyon biyopsisinin etkinliğini araştırmayı planladık. Takip sonucu olan 22 olgunun, 4’ü kadın, 18’i erkek (kadın/erkek oranı= %22.2) ve yaş ortalaması 54.0 ± 13.0 yaş (27-75 yaş) idi. Yirmi iki olguda (kayıp 11 olgu dışında) lezyonların %63.6’sı (14 olgu) sağ adrenal bez, %36.4’ü (8 olgu) sol adrenal bez yerleşimliydi. Lezyonların boyutları 2.5-6 cm arasında değişiyordu. Olgulardan kesin tanı elde edilen 22 olguda başarı (doğruluk) değerlendirmesi yapıldı. Yetersiz materyal sonucu alınan 5 (%23.0) olgu, yanlış negatif kabul edildi. Bir olguda lipom tanısı kondu, ancak ikinci doku tanısı düşük ‘grade’li liposarkom idi. Şüpheli malign tanısı, patolojik veya klinik olarak malign çıktığında, başarılı olarak kabul edildi. Malign olarak değerlendirilen dokuz olgu ve şüpheli malign tanısı alan altı olgudan, daha sonra patolojik tanı veya klinik bulgularla benign olduğu anlaşılan yanlış pozitif hiçbir olgu olmadı. Özgüllük %100 bulunmuştur. Yedi metastaz ve altı şüpheli malign olgunun tümü, değişik organlardan kaynaklanan metastaz olarak bulunmuştur. Toplam altı olgu yanlış negatif olarak değerlendirilmiştir. Benign tanısı alan iki olgudan biri yanlışlıkla lipom, diğeri doğru olarak adenom tanısını almıştır. Duyarlılık %71.4 ve doğruluk %73.0 idi. Cinsiyet ve sağ-sol lokalizasyona göre, başarı farklı bulunmamıştır (p> 0.05). Adrenal bezde, > 2.5 cm kitlesi olan hastalarda tanı koyabilmek amacıyla, perkütan US kılavuzluğunda yapılan ince iğne aspirasyon biyopsisi güvenilir ve etkin bir yöntemdir. Sonuç alınamazsa, bilgisayarlı tomografi veya sol adrenal bezde gerekirse endoskopik US kılavuzluğunda tekrarlanmalıdır.
İt was planned to investigate the efficiency of US-guided fine-needle aspiration biopsy betvveen 1992 and 2004 in 33 patients who had lesions in adrenal glands in our department. Of 22 patients who were follovved-up, 4 were vvomen and 18 were men (women/men rate= 22.2%); mean age was 54.0 ± 13.0 years, ranging betvveen 27 and 75 years. İn 63.6% (14 patients) and 36.4% (8 patients) were located in the right and left adrenal glands respectively. The diameters of lesions varied betvveen 2.5 cm and six cm. Evaluation of success (accuracy) was realized in 22 patients having definitive diagnosis. Ali 5 patients (23.0%) diagnosed, inadequate material, was accepted false negative. The diagnosis of lipoma was established, but second tissue diagnosis was vvell-differentiated liposarcoma. The diagnosis of suspected malign ıvas found successful if outcome was maiignant pathologically or clinically. Among nine patients evaluated as maiignant and six patients suspected maiignant there tvas no patient who was found benign vvith pathologic or clinical diagnosis, false positivety. The specificity was 100%. Ali the patients of seven patients vvith metastasis and six patients suspected maiignant had metastases originated from various organs. Totally six patients were false negative. Of two patients who were diagnosed benign one was lipoma falsely, the other adenoma accurateiy. The sensitivity and accuracy were 71.4% and 73.0% respectively. There was detected no difference in the success due to gender and right-left localizations (p> 0.05). Percutaneous US-guided fine-needle aspiration biopsy is a saf e and effective method aiming to diagnose in the patients vvith adrenal gland masses greater than 2.5 cm. İt should be repeated vvith CT-guided or vvith endoscopic US-guided, if needed in left adrenal gland, if it is not concluded.

5.Ortopedik Yara Kültürlerinde Üreyen Mikroorganizmaların Kinolon Duyarlılığının Değerlendirilmesi
Kamuran SAYILIR, M. Cihat OĞAN, Gülşen İSKENDER, Müfide ÇİMENTEPE, Yaman KARAKOÇ
Pages 96 - 98
Kinolonlar, mükemmel biyoyararlanımı olması, toksisitelerinin azlığı ve çoğu Enterobacteriaceae üyesine ve büyük oranda Pseudomonas spp. ve Staphylococcus spp. suçlarına etkisi nedeniyle tedavide sıkça kullanılmaktadır. Bu çalışmada Ankara Onkoloji Hastanesinde Ocak 2005-Eylül 2006 tarihleri arasında ortopedi kliniğinde yatarak ve ayaktan tedavi gören ve infeksiyon hastalıkları bölümünden konsültasyonu istenen hastalardan alınan yara kültürlerinde üreme oranları ve üreyen mikroorganizmaların kinolon duyarlılığı retrospektif olarak değerlendirilmiştir. Kinolon duyarlılığı 132 mikroorganizmada (%79.04) test edilmiştir. Test edilen tüm mikroorganizmaların 67 (%50.76)’si kinolon duyarlıyken 65 (%49.24)’i dirençliydi. Kinolon duyarlılığı test edilen 81 gram-negatif mikroorganizmanın 37 (%45.68)'si, 51 gram-pozitif mikroorganizmanın da 28 (%54.90)’i kinolon dirençli bulunmuştur. Profilaksiden ampirik tedaviye kadar tüm alanlarda kinolon kullanımının daha dikkatli yapılması direnç oranlarının daha da artmaması açısından önemsenmelidir.
Because of their good bioavailability, minimal toxicity, effect on Enterobacteriaceae (especially on Pseudomonas spp.) and staphylococci quinolones are frequently used in treatment of orthopedic infections. İn this study quinolon susceptibility were evaluated in cultures obtained from orthopedic patients in January 2005-September 2006 period. ûuinolon susceptibility were tested in 132 isolated microorganisms, 67 ofthem (50.76%) were susceptibie and 65 isolates (49.24%) were found to be resistant to quinolons. ûuinolon resistance among gram-negatives was 45.68 percent and in gram-positives ıvas 54.90 percent according to these data approximately half of isolated microorganisms in our study (gram-negative or gram-positive) were resistant against quinolon. Quinolon should be carefully used as empirical prophylactic agent for prevention of increasing resistance.

6.Hepatit B Virüsü İnfeksiyonlu Olgularda Anti-HDV Sıklığı
Gülşen İSKENDER, M. Cihat OĞAN, Kamuran SAYILIR, Ece BİLEN DİRİM, Sema BATI, Müfide ÇİMENTEPE, Ayla YENİGÜN
Pages 99 - 100
Hepatit delta virüsü (HDV) hepatit B virüsü (HBV) varlığında infeksiyon oluşturabilen detektif bir RNA virüsüdür. Dünyada 10 milyon kişinin HDV ile infekte olduğu tahmin edilmektedir. Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde yapılan epidemiyolojik çalışmalarda HBV ile infekte olan kişilerin yaklaşık %20'sinde delta süper infeksiyonu olduğu göz önünde bulundurulursa delta hepatitin ülkemiz için önemli bir sağlık sorunu olduğu kabul edilebilir. Bu çalışmada polikliniğimizce takip edilen hepatit B infeksiyonlu kişilerde anti-HDV sıklığı araştırılmıştır. HDV antikoru ELISA (Abbott Axsym) yöntemiyle çalışılmıştır. Çalışmaya alınan 86 hastanın 84 (%97.67)’ünde anti-HDV negatif, 2 (%2.33) hastada ise pozitif bulunmuştur. Çalışmamızın sonuçlarına göre bölgemiz HDV infeksiyonu açısından düşük endemisiteli olarak görülmektedir. Ancak, kronik hepatitlerden delta hepatitinde siroz ve terminal karaciğer yetmezliğine gidiş daha hızlı olduğundan, HBV ile infekte bireylerde delta hepatitinin varlığı, araştırılması gereken önemli bir konudur.
Hepatitis D virüs (HDV) is a defective RNA virüs that produce infection onty in the presence of hepatitis B virüs (HBV). İt is estimated that about 10 million people are infected vvith HDV worldwide. Epidemiologic investigations show that about 20% of the HBV carriers in east and southeast Turkey have HDV süper infection, therefore HDV infection can be considered one of the important health problems in our country. in this retrospective study we measured prevalence of anti-HD V antibody in our HBsAg positive patients. Anti-HDV antibody were detected by enzyme-iinked immunosorbent assay (ELISA-Abbot Axsym). From 86 patients that were included in the study 84 patients (97.67%) were negative for anti-HDV antibody. According to this result prevalence of HDV infection in our patient population is low, however because HDV infection in patients who are chronicaly infected vvith HBV can progress more rapidly tovvard cirrhosis and terminal hepatic failure we prefer and suggest screening for anti-HDV antibody in HBV infected patients.

7.Metakronöz Timoma ve Küçük Hücreli Dışı Akciğer Kanserli Bîr Olgu Sunumu
Yeşim ELGİN, Aytül ÖZGEN, Bülent KÜÇÜKPLAKÇI, Ergun SANRI, Cem MISIRLIOĞLU, Taciser DEMİRKASIMOĞLU, V. Işıl UĞUR, Ş. Pınar KARA, Nadi ÖZDAMAR
Pages 101 - 103
Timomaların %15 kadarında çeşitli kanserler (akciğer, kolon, yumuşak doku, dijestiv sistem gibi) ikincil maligniteler olarak bildirilmiştir. Mediastinal kitle ön tanısıyla dış merkezde tetkik edilen 44 yaşındaki erkek hastanın sol torakotomi + kitle eksizyonu sonrası patoloji raporu; mikst tip timoma, kapsül invazyonu pozitif olarak rapor edilmişti. Postoperatif radyoterapi amacıyla kliniğimize refere edilen hasta Evre 2 olarak değerlendirildi ve mediasten + primer kitle iojuna toplam 56 Gy radyoterapi uygulandı. Takipte radyoterapi sonrası dördüncü ayda çekilen toraks tomografisinde nüks kitle saptanmayan hastanın izlemleri 6 yıl boyunca hastalıksız devam etti. Ancak radyoterapiden altı yıl sonra nefes darlığı ve hemoptizi yakınmalarıyla dış merkezde sağ akciğer üst lobdan yapılan bronkoskopik biyopsi sonucu; küçük hücreli dışı akciğer karsinomu gelen hastanın toraks tomografisinde; sağ hilus üst arka komşuluğunda içi hava dolu, sağ ana bronş ile ilişkili kaviter lezyon saptandı. Ardından sisplatin + gemsitabin kemoterapisi planlanan hastaya bu aşamada radyoterapi düşünülmedi. Hasta kemoterapi başlanamadan abondan hemoptizi nedeniyle bir ay içerisinde kaybedildi.
Various cancers (lung, colon, soft tissue, digestive system ete.) have been reported as second malignaney in about 15 percent of patients with thymoma. A 44 year old man who has mediastinal mass was performed left toracotomy and mass excision and diagnosed as mixt type thymoma and capsule invasion. After the patient was referred to our ctinic for postoperative radiotherapy and was evaluated as stage 2. Total dose of 56 Gy was planned to mediasten and primary mass area. İn follow-up thorax computerized tomography taken fourth months after radiotherapy was normal and routine Controls were vvithout iitness during six years. Unfortunately six years after radiotherapy fiberoptic broncoscopy was applied from upper lobe of right lung because of dyspnea and hemoptysis and nonsmall celi lung cancer was estabilished. At the same time thorax computerized tomography showed right hilar mass and caviter lesion associated vvith this. Therefore, chemotherapy was planned vvith Cisplatin and Gemcitabin. But the patient ıvas lost because of severe hemoptysis before chemotherapy in one month.

8.Sakral Kordomalarda Tedavi Yaklaşımları
Şafak GÜNGÖR, Yaman KARAKOÇ, Deniz GÜRLER, Burak ATALAY, Ataç KARAKAŞ, Murat ARIKAN
Pages 104 - 107
Sakral kordomalar nispeten nadir görülen, lokal invaziv, malign tümörlerdir. Yüksek başarısızlık oranı ve kötü fonksiyonel geri dönüşle karakterizedirler. Kliniğimizde 2000-2006 yılları arasında takip edilen altı sakral kordoma olgusu sunulmuştur. Primer malign bir kemik tümörü olan sakrokoksigeal kordomaların radyoterapi ve kemoterapiye yetersiz yanıtı nedeniyle optimal tedavi olarak komplet eksizyon gereklidir. Kordomaların komplet çıkarılması için uygun cerrahi sınır, tutulan dokulara ve tümörün lokalızasyonuna göre değişmektedir. Tümörün derin dokulara invazyonu sonucu peivik instabilite ve üriner-fekal inkontinans gibi komplikasyonlardan korunmak amacıyla lokal rekürrens ile sonuçlanan inkomplet eksizyon yapılmaktaysa da, biz tedavide komplet rezeksiyon ve lokal rekürrens halinde ise agresif müdahaleyi savunuyoruz.
Sacral chordomas are relatively rare, locally invasive, maiignant neoplasms. Chordomas is characterized by a high failure rate and a poor fonctional outcome. Six patients were treated for sacral chordoma between 2000-2006 in our clinic. Due to inadequate response to chemo and radiotheraphy, sacrococcygeal chordoma which is a primary malign bone tumour should be excised completely as an optimal therapeutic modality. Complete surgical exploration depends on site of affected tissues and tumour localisation. To prevent these postoperative complications such as pelvic instability, urinary-feacal incontinence, incomplet excision may be a treatment option vvith high local reccurence rate. We advocate an attempt at complete resection and aggressive treatment of local reccurence.

9.İkinci Transüretral Rezeksiyonun Yüzeyel Mesane Kanserli Hastalardaki Değeri
Fatih HIZLI, Yurdaer KAYNAK, Emine BENZER, Ferhat BERKMEN
Pages 108 - 111
Mesane tümörünün sık tekrarlamasının bir nedeni de, TUR sonrası rezidü tümör oranının yüksek olması olabilir. Bu nedenle bazı otörler tüm yüzeyel mesane tümörlü hastalara ikinci TUR önermektedir. Fakat ikinci TUR’un yüzeyel mesane kanserindeki yeri hala tartışmalıdır. Bu çalışmada yüzeyel mesane tümörlü hastalarda ikinci TUR’un yeri araştırıldı. Ocak 2004-Ocak 2005 tarihleri arasında mesane tümörü nedeni ile hastanemiz üroloji kliniğine başvuran, daha önce bir veya birkaç kez öpere edilmiş ve ikinci mesane tümörü rezeksiyonunu kabul eden 20 hasta çalışmaya dahil edildi. Çalışmaya dahil edilen tüm hastalara ilk rezeksiyonlarından iki-altı hafta sonra ikinci bir rezeksiyon uygulandı. İkinci tümör rezeksiyonunun histopatolojik sonuçları son rezeksiyon sonuçları ile rezidü tümör varlığı, tümör evre ve grade değişimine, tedavi ve takipte değişime yol açıp açmadığı açısından karşılaştırıldı. Çalışmaya dahil edilen 20 hastanın 3 (%15)’ü kadın, 17 (%85)'si erkekti. Kadın hastaların ortalama yaşı 61.7 (55-68), erkek hastaların 59.6 (29-71) idi. Hastalara yapılan ikinci rezeksiyon sonucunda 7 (%35) hastada rezidü tümör saptanmıştır. Bunların 5 (%25)'i Ta, 2 (%10)’si T1 idi. Sonuç olarak yüzeyel mesane tümörlerindeki sık rekürrens oranının bir nedeni de yetersiz cerrahi olabilir, ikinci TUR'un, gözden kaçmış tümör yayılımının erken saptanmasına ve tedavisine olanak sağlayarak, sistektomi ihtiyacını azaltacağı ve sağkalım üzerine olumlu etkileri olacağı kanaatindeyiz.
Transurethral tumor resection (TUR) is the first treatment step in bladder cancer. İt is a diagnostic, prognostic and also the-rapeutic procedure. Ali further treatment decisions, if any, are based on the results of the TUR. However, the histologic diagnosis may be compromised by fulguration of the surgical specimen or by incomplete resection of the tumor and this increases the risk of early recurrence and progression. Therefore some investigators suggest second TUR routinely in ali cases of superficial bladder cancer. However, the role of second TUR is stili controversial. The objective of this study was to evaluate the value of second TUR in patients vvith superficial bladder cancer. From January 2004 to January 2005 a total of 20 patients vvith superficial bladder cancer (stage Ta and Tl) undervvent second TUR in our clinic. Ali second TUR were video assisted and 26 F 30° optic Kari Storz™ resectoscopes were used. Firstly the visible tumor was resected, also resection of tumor margin and tumor base to the dee-per muscle layer were performed. Subsequent operations were performed vvithin 2 to 6 weeks. The histopathologic reports of the first and second TUR specimens of ati patients included in our study were revievved. The rate of residual tumor tissue after the initial resection was determined and correlated vvith the tumor characteristics and histologic findings during the first operation. No operative com-plication was visualized. Of the 20 patients 3 (15%) were female, 17 (85%) male. The mean age of femaie and male patients were 61.7 and 59.6, respectively. 55% of patients were in stage Ta and 45% in stage T1. Divided by grade, 6 (30%) patients had grade 1, 14 (70%) had grade 2 tumor. Nine patients had unifocal, 11 had multifocal tumor. Second TUR 2-6 vveeks later showed persisting carcinoma in 7 of 20 patients. Of these 7 patients 5 had Ta, 2 had T1 tumor. No upstaging was observed in any patients. Persisting tumor found at second TUR was independent of patient’s age and sex, but most of patients vvith residual tumor (86%) had multifocal disease. Retrospective studies have shown that second TUR some weeks later stili revealed tumor in 30% to 70% of patients and 80% ıvere found on the initial localisation. Also surgeon’s experience was found to have no effect on the rate of tumor detected at the second TUR. Significant proportion of superficial bladder cancer recurrences might be due to high rate of tumor left behind. Second TUR may be useful as it provides a better evaluation of clinical stage and seeks out residual tumor. Also it may provide better long-term recurrence free survival and may decrease the need for radical cystectomy. İn the light of our data and literatüre, second TUR is a saf e procedure vvith low morbidity and virtually no complication, so should beco-me a routine procedure in patients vvith superficial bladder cancer. To evaluate the true impact of second TUR, larger prospecti-ve randomized trials should be conducted.

10.Preadölesan Tiroglossal Kist Eksizyonu ile Tanı Almış Papiller Karsinom Olgu Sunumu
Oğuz TARCAN, Haluk ULUCANLAR, Aybala AĞAÇ, Suat KUTUN, Necmi YÜCEKULE, Abdullah ÇETİN
Pages 112 - 113
Tiroglossal kanal kistinde malignite gelişimi son derece nadir bir durum olup çoğunlukla ince iğne aspirasyon biyopsisi materyali ya da total eksizyon spesimeninin histopatolojik incelemesi esnasında tesadüfen saptanır. Tiroglossal kanal kistinin total eksizyonu ile histopatolojik olarak tanı konmuş bir papiller karsinom olgusu sunuyoruz. On bir yaşında erkek hasta boyun orta hatta iki adet şişlik yakınmasıyla başvurdu. İki yıl önce dış merkezde tiroglossal kanal kisti total eksize edilerek papiller karsinoma tanısı almış olan hastanın fizik muayenede boyun her iki tarafta lenfadenopatiler tespit edilerek total tiroidektomi ve bilateral modifiye radikal boyun diseksiyonu uygulandı. Hastada halen tespit edilebilmiş lokal nüks ve metastatik bulgu yoktur. Tiroglossal kanal kistinde gelişen papiller karsinomların nadir görülmesi sebebiyle olgunun tedavi planlaması yapılırken total tiroidektomi ve klinik olarak boyun bölgesinde ele gelen lenf bezi varlığında boyun diseksiyonunun da eklenmesinin uygun tedavi seçeneği olacağı görüşündeyiz.
As the maiignant lesion from thyroglossal duct cyst is extremely rare; the diagnosis of malignaney was made incidentally on hystologic study of the excised surgical specimen or examination of fine needle aspiration material. We deseribed a case of tyroglossal duct cyst in which the histopathological examination of tyroglossal cyst surgical specimen established presence of papillary carcinoma. A 11 year old male presented with 2 neck swelligs. Two years earlier tyrogloss al cyst excision was done and histopathological examination showed presence of papillary carcinoma. On physical examination lymph nodes on both side of the neck determined and total thyroidectomy bilateral modified neck disseetion performed. The patient has no evidence of local recurrence or methastazis. Due to the unusuality of papillary carcinoma of thyroglossal cyst tve believe that total thyroidectomy and bilateral modified neck disseetion is the appropriate surgical approach when there is lymph nodes on physical examination.

11.Valproik Asit Kullanımına Bağlı Fetal Ouadrigeminal Araknoid Kist
Gülşah BAYRAM KABAÇAM, Z. Nilgün YILDIRIM ÖZBAY, Bige SAYIN, Perihan SOYDİNÇ, Doğan DEDE
Pages 114 - 116
Valproik asit (VPA), sıkça kullanılan, oldukça teratojen olduğu bilinen bir antiepileptik ilaçtır. Özellikle gebeliğin ilk 8 haftasında kullanımıyla teratojenik etkisinin arttığı bilinmektedir. Fetusta oluşan anomaliler arasında birçok sistemik tutulum ve kra-niofasial anomaliler bildirilmiş olmakla beraber daha önce literatürde bildirilen kraniofasial anomaliler arasında araknoid kiste rastlanmamaktadır. Gebeliğinin ilk 8 haftasında VPA kullanmış olan epileptik gebede izlediğimiz fetal araknoid kistin bu antiepi-leptiğin kullanımına bağlı olabileceğini düşünerek, VPA’nın teratojenik spektrumunun bilinenden daha geniş olabileceğini tartışmak amacıyla vakayı sunuyoruz.
Valproic acid (VPA) is a commonly used antiepileptic drug, that is well known to be a potent teratogen. Especially, its use in the 8 weeks of pregnancy increases this teratogenic potential. Among these anomalies caused by VPA are many forms of syste-mic involvement and craniofacial anomalies, however there was no case of arachnoid cyst. Here, we present a case of fetal arachnoid cyst in an epileptic pregnant vvomen who used VPA which is the most probable reason for this teratogenic effect, to draw attention to teratogenic spectrum of VPA.

12.Uterin Serviksin Matiir Teratomu
Jale METİNDİR, Zeynep KAHYAOĞLU, Süleyman DEMİR
Pages 117 - 119
Gonad dışı germ hücre tümörleri tüm germ hücre tümörlerinin %1-2’sini oluşturur. Viseral lokalizasyonlar çok nadirdir. Uterin korpus ve servikste oluşan teratomlar literatürde çok az sayıdadır. Multipl uterin miyomları nedeniyle Ankara Onkoloji Hastanesi Kadın Hastalıkları Kliniğine başvuran hastaya total abdominal histerektomi ve bilateral salpingo-ooferektomi yapıldı Hastanın postoperatif patolojik incelemesinde endoservikat yerleşimli matür teratom saptandı. Bu olgu sunumunda, nadir görülen bir olgu olması nedeniyle servikal matür teratomu literatürü gözden geçirerek sunuyoruz.
Gonad dışı germ hücre tümörleri tüm germ hücre tümörlerinin %1-2’sini oluşturur. Viseral lokalizasyonlar çok nadirdir. Uterin korpus ve servikste oluşan teratomlar literatürde çok az sayıdadır. Multipl uterin miyomları nedeniyle Ankara Onkoloji Hastanesi Kadın Hastalıkları Kliniğine başvuran hastaya total abdominal histerektomi ve bilateral salpingo-ooferektomi yapıldı Hastanın postoperatif patolojik incelemesinde endoservikat yerleşimli matür teratom saptandı. Bu olgu sunumunda, nadir görülen bir olgu olması nedeniyle servikal matür teratomu literatürü gözden geçirerek sunuyoruz.

LookUs & Online Makale